29 Aralık 2017 Cuma

KÜÇÜK PRENS 1


Bu kitabı her yerde görmekten sıkılmış olabilirsiniz. Okuduğunuzda eeee, ne var bunda diyebilirsiniz ama ben yıllar sonra tekrar okuduğumda gözyaşlarına boğulmuştum. Sanal alemin hepimizi ele geçiridği şu zamanda hem çok kalabalık hem de çok yalnızız. Ama aslında dostluk başka bir şey. İşte bunu en derin manasıyla yüreğimize hatırlatan bir kitap Küçük Prens. 

O zaman sözü ona bırakalım. Beraberce okuyalım ve üzerine düşünelim bakalım: 


"-Evcil ne demek? diye sordu Küçük Prens, tilki cevapladı, 

-Artık kimselerin umursamadığı bir geleneğin gereği, bağlar kurmak demektir. Sözgelimi sen benim için şimdi binlerce oğlan çocuğundan birisin. Ne senin bana bir gereksinmen var ne de benim sana. Ben de senin için yüzbinlerce tilkiden biriyim. Ama beni evcilleştirirsen birbirimize gereksinim duyarız sen benim için dünyada bir tane olursun, ben de senin için.

-Biraz biraz anlıyorum dedi Küçük Prens .Bir çiçek var…Galiba beni evcilleştirdi.

-Olabilir dedi tilki, dünyada neler olmuyor ki ?
Ama bu dediğim dünyada olmadı.Tilki şaşırmış, meraklanmıştı.

-Yoksa başka bir gezegende mi?
-Evet
-O gezegende avcı var mıdır peki?
-Yok.
-Bak bu çok ilginç Peki ya piliç?
-Yok.
-Hiçbir şey tam istendiği gibi olmuyor dedi tilki içini çekerek ama hemen konuya döndü:

Hayatımda hiç değişiklik yoktur. Ben piliçleri avlarım, insanlar beni avlar. Bütün piliçler birbirine benzer, bütün insanlar da. Doğrusu epey sıkıcı. Ama beni bir evcilleştirsen hayatım günlük güneşlik oluverir. Öteki ayak seslerinden apayrı bir ayak sesi tanırım. O sesler korkuyla kovuğuma kaçırtır beni, seninkiyse tatlı bir ezgi gibi yeraltından çağıracaktır. Bak ötedeki buğday tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğdayın önemi yok benim için. Buğday tarlaları bana bir şey demiyor. Bu çok acı, ama senin saçın altın renginde. Beni evcilleştirirsen ne iyi olurdu, bir düşün! Altın rengindeki başaklar seni anımsatacak artık. Başaklardaki rüzgarı dinlemeye can atacağım”

Tilki sustu ve uzun süre Küçük Prens’i süzdü: 

-Ne olursun evcilleştir beni, dedi

-Çok isterdim ama vaktim az. Dostlar edinmeli, yeni şeyler tanımalıyım

-Yalnız evcilleştirdiğin şeyleri tanıyabilirsin dedi tilki, insanların tanımaya ayıracak  zamanları yok artık. Aldıklarını hazır alıyorlar dükkanlardan. Ama dost satan dükkanlar olmadığı için dostsuz kalıyorlar. Dost istiyorsan beni evcilleştir işte…

-Evcilleştirmek için ne yapmalıyım?

-Çok sabırlı olmalısın.Önce benden biraz ötede çimenlerin arasında oturacaksın. Şöyle. Ben seni göz ucuyla süzeceğim, sen ağzını açmayacaksın. Çünkü sözcükler yanlış anlama kaynağıdır. Her gün biraz daha yakınımda oturursun.”

Ertesi gün Küçük Prens yine geldi .

-Hep aynı saatte gelsen daha iyi olur dedi Tilki. Sözgelimi öğleden sonra saat dörtte gelecek olsan ben saat üçte mutlu olmaya başlarım.Her geçen dakika mutluluğum artar. Saat dört dedi mi meraktan yerimde duramaz olurum. Mutluluğumun armağanını veririm sana. Ama gelişigüzel gelirsen içimi sana hangi saatte hazırlayacağımı bilemem. Ayinsiz olmuyor

-Ayin nedir?

-O da artık kimsenin umursamadığı bir gelenek. Bir günü öbür günlerden, bir saati öbür saatlerden ayırır.

Küçük Prens tilkiyi evcilleştirdi. Ayrılık saati yaklaşınca tilki: 

-Ah dedi gözyaşlarımı tutamayacağım.

-Suç sende, dedi Küçük Prens. Sana kötülük etmeyi düşünmemiştim, kendin istedin evcilleşmeyi
-Orası öyle
-Şimdi gözyaşlarını tutamıyorsun
-Orası öyle
-Öyleyse bundan bir kazancın olmadı
-Oldu, oldu dedi tilki, başak tarlaları meselesi…
Sonra ekledi:
-Git bir daha bak güllere. Seninkinin eşsiz olduğunu anlayacaksın. Sonra gel helalleşelim; sana bir sır vereceğim
Küçük Prens güllere bir daha bakmaya gitti:

-Siz benim gülüme hiç mi hiç benzemiyorsunuz. Şimdilik değersizsiniz. Ne sizi evcilleştiren olmuş ne de siz kimseyi evcilleştirmişsiniz. Tilkim eskiden nasıldı, öylesiniz. O da önceleri tilkilerden bir tilkiydi ama ben onu dost edindim, şimdi dünyada bir tane”
Güller güç duruma düşmüşlerdi.

-Güzelsiniz ama boşsunuz diye ekledi. Kimse sizin için canını vermez.B urdan geçen herhangi bir yolcu benim gülümün size benzediğini sansa bile o tek başına topunuzdan önemlidir.Çünkü üstünü fanusla örttüğüm odur, rüzgardan koruduğum odur, kelebek olsunlar diye bıraktığımız birkaç tanenin dışında bütün tırtılları uğrunda öldürdüğüm odur.Yakınmasına, böbürlenmesine, hatta susmasına kulak verdiğim odur. Çünkü benim gülümdür o.

Sonra tilkiyle buluşmaya gitti:
-Hoşça kal dedi

-Hoşça git dedi tilki. “Vereceğim sır çok basit: İNSAN ANCAK YÜREĞİYLE BAKTIĞI ZAMAN DOĞRUYU GÖREBİLİR.GERÇEĞİN MAYASI GÖZLE GÖRÜLMEZ”

Küçük Prens unutmamak için tekrarladı: GERÇEĞİN MAYASI GÖZLE GÖRÜLMEZ

-Gülünü bunca önemli kılan, uğrunda harcadığın zamandır”
 Küçük Prens unutmamak için tekrarladı: “Uğrunda harcadığın zamandır”

-İnsanlar bu gerçeği unuttular, sen unutmamalısın. Evcilleştirdiğin şeyden sen sorumlusun. Gülünden sen sorumlusun…

Küçük Prens unutmamak için tekrarladı: Gülümden ben sorumluyum”

Evet şimdi ne dersiniz; kaç varlığı evcilleştirdiniz? Kaç kişi sizin için canını verir? Sizi evcilleştiren oldu mu? Onu göreceğim diye mutlu olduğunuz, rüzgarın, güneşin, dalgalı denizin, durgun gölün size hatırlattığı, keşke burada olsaydı dediğiniz kaç varlığa veda ettiniz yaşam ırmağı akıp giderken…  Yarınlarda evcilleştirmek istedikleriniz var mı? Zamanın cenderesine sıkışmadan size vakit ayıracak kaç dostunuz var? Ya da bunca zaman emek verdiğiniz, vakit ayırdığınız kaç insanla hala aynı sıcaklıkta devam ediyorsunuz… 

Şair Gülten Akın’ın dediği gibi, “Ah kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya “ Yine aynı şairden vurulduğum bir mısra: “İtip beni, balıma dadanan bu çağı sevmedim”

Başka bir şair, Turgay Papakçı da;

 “Sonra çekildim bir kenara,
Seyrettim olup biteni
Baktım kimde ben ne kadarım,
Kim bende ne kadar kalmış diye.
Ve geçen ömrüme bir damla göz yaşı akıttım,
Şöyle bir baktım ömrüme
Yarısı adanmışlıkla geçmiş,
Diğer yarısı aldanış”

Derdi olan insanların yazdıkları hangi dilde olursa olsun, belki de aynı acıları çektikleri, aynı sancılı gecelerden geçtikleri için bize hep aynı şeyi söyler. Bir kitabı ya da filmi, ruhumuza dokunan yanları ile severiz. Bizimle kurdurduğu özdeşliktedir  gönlümüzdeki yeri. 

Aslında bu sadece kitaplar ve filmler için geçerli değildir. Hayatımıza girip çıkan, kalbimize değen her şey ve herkes için geçerlidir bu: Her şey, sürekli değişen bizi, inşa etmek için gelir. Kimi, eskilerin populer digital oyunu tetristeki uzun çubuk gibi çok beklenir ama geldiğinde tam oturur boşluğumuza, kimininse çıkıntıları kalır. Sonra bir diğeri gelir onun çıkıntısını kapatır.Tam  düzgün bir şekle sahip oldu hayatımız derken öyle biri gelir ki, nereye inse başka bir soruna sebep olur. Onu düzeltmek için uğraşır durursunuz. Eldeki ve evdeki imkanlarla çabalarsınız. Bir sürü vakit kaybedersiniz, canınız sıkılır ve tam vazgeçecekken tam da lazım olan o parça gelir ve sizinle bütünleşir. İşte o an yeniden başaracağınıza inanırsınız. İşte böylesi insanlarla dostluk kurmak isteriz. Küçük Prens’in tilkisinin tabiriyle onun tarafından evcilleştirilmek, onu evcilleştirmek, hayatı daha yaşanabilir kılmak isteriz.

Küçük Prensin yazarı Saint-Exupéry “Yaşam bize bütün kitapların öğrettiğinden daha çoğunu öğretir. Çünkü yaşam bize karşı direnir. İnsan ancak engellerle karşılaşıp onları aşmaya çalıştıkça kendini tanıyabilir.” der  ve kitabında çocuk duyarlılığı ile yaşam sorunları arasında sıkı ve ilginç bağlar kurar.

Yüzbeş sayfalık ince ve resimli bir çocuk romanı olarak Can Yayınları’nın Cemal Süreya ve Tomris Uyar çevirisiyle yeniden bastığı Küçük Prens her satırı ile büyüklerin yüreğiyle baktığı zaman gerçek değerini görebileceği büyük bir başyapıt. 

Yeni yıla girerken yeniden okumalı. Okutmalı. 

Daha sonra derinlikli bir inceleme yazısı ile devam ederiz. İyi yıllar. 
  


26 Aralık 2017 Salı

YOLLARINA BAKA BAKA, GODOT'YU BEKLEMEK

Yine, yeni bir kapının önündeyiz. 2018 bizim için kim bilir heybesinde ne sürprizler saklıyor. 

"Hay hay buyursun gelsin" diyerek bekleyişimize başladık. 

Aslında hayat bir beklemeler manzumesi. Doğduğumuzdan beri hep bir şeyleri bekliyoruz hevesle. 

Ama beklediklerimizden başkası gelip buluyor bizi. Aniden kolumuza girip hiç tahmin etmediğimiz yerlere götürüyor. 

Artık yeni yıl, yeni umutlar yazıları yazmıyorum. Genel olarak çevre gördüğüm de, yeni yılın kimseye heyecan getirmediği. Ancak bu sabah okuduğum bir blog yazısında Vedat Ahsen Coşar'ın bir yıla sığdırdıklarını görünce kendi içimde bir muhasebeye giriştim. Bir kaç cümleyi de sesli söyleyince bu satırlar ortaya çıktı. 

Kaç senedir güzel ülkemizde kansız, gözyaşısız bir yıl yaşamadık. 2016'dan bir an önce kurtulup sevinçle girmeyi umduğumuz 2017 daha ilk saatlerinde 39 kişinin öldürüldüğü bir katliamla merhaba dedi. Ve daha 2017 bitmeden yakalanan firari sanıklardan biri tahliye edildi. 

Siyasi mevzuları konuşmayı sevmem. Ama hukuksuzluk bulaşıcı bir virüs gibi yayılınca bu dünyadan umudunuz da, adalet beklentiniz de kalmıyor. Dolayısıyla, "Allah düşürmesin" demek dışında adalet için bir şey yapamazken payımıza kendi içimizin labirentlerinde dolaşmak düşüyor.

2017 de neler neler yaşandı yazacak mecalim yok. Sadece kaç kadın öldürüldü diye düşününce, bu haberler yöntem öğretircesine tüm detaylarıyla verildi diye hatırlayınca bile nefesim kesiliyor. 

Kısacası 2016, bitmesini dört gözle beklediğimiz bir yılken 2017 onu aratmadı ve gündeme göz ucuyla bakınca dahi gidişat 2018'den de umut kırıntıları sunmuyor.   

Godot'yu Beklerken formatında geçen hayatımızda dış dünyaya dair bir şey yapamadığımız aşikar. Öyleyse muhasebe yapma fırsatı sunan yıl dönümlerinde oturup kendi hayatımıza ilişkin neler yaptık, neleri eksik bıraktık diye düşünmeliyiz. 

Geleceğe dair büyük ve uzun vadeli planlar yapmak boşuna. Ama özel hayatımıza dair küçük planlar yapmak bizi bir yola sokar. 

Güzel niyetler, bilinçli yönelişlerdir. Yeterince içten yapılırsa da bizi istediğimiz kapının önüne getirir. Ama o kapının açılması sadece bizim tokmağına dokunmamıza bağlı değildir. 

O nedenle bizler hükmümüzün geçmediği hayata dair planlar yerine kendimizin üzerindeki pası kiri temizleyeceğimiz niyetlere girmeliyiz. Yola koyulup kapıları çalacak gayreti göstermeli, sonrası için akışına bırakmayı bilmeliyiz. 

Yumrukladığımız halde açılmayan kapıların önünde ne de kolay söyleriz bu cümleyi: Akışına Bırak. Bir çeşit zevahiri kurtarmak derdindeyizdir. Düşmüşüzdür, kan revan içindedir dizlerimiz ama ayağa kalkar acımadı ki deriz. Sonra ekleriz, ne olacaksa olsun, akışına bıraktım. Öyle mi değil mi, hayat sınar. Ve insanın gücü ve kalitesi istedikleri gerçekleştiğinde değil gerçekleşmediğinde ortaya çıkar.

İlk fırsatta bu kötü yılın son günlerinde kendim için okuduğum kitaplardan ve seyrettiğim filmlerden beni etkileyenlerle ruhuma değmeyenlerin listesini yapacağım. Paylaşmaya değer olanlardan da yeri geldikçe söz edeceğim. 

Ama şimdi hepinizi Godot'yu Beklerken adlı baş yapıtı seyretmeye ve üzerine düşünmeye davet ediyorum. İlgilenenlere kitaba ve sahnelenen esere dair gerekli bilgiyi Google sunacaktır. 

Önünde beklediğimiz kapılara gelince; arzularımızdan sıyrılınca beklenmedik bir zamanda açılacak ve belki de beklediklerimizden çok daha zengin hazineler sunacak. 

Yukarıdaki resim, arşivimden. Bir daha gitmeyi istediğim İspanya'nın Córdoba  şehrinden. Buraya koydum ki, bahar geldiğinde yeniden yolum düşsün.

Güzel niyetlerle yola çıktığımız, yollarda kalmadan güzelliklere ulaştığımız bir yıl olması temennisiyle.
     

10 Aralık 2017 Pazar

ÇOCUK KİTABI DEYİP GEÇME OKU




Hayatın temeli sevgidir. Herkes hayatı boyunca yüreğine eş bir yürek arar durur. Ancak asli ihtiyaçları zamanında ailesi tarafından karşılanmayan çocuklar, bedenen büyüseler bile hep açlığını çektikleri sevgi ve şefkatin izini sürerler. Çoğu zaman da, gerçeği ile sahtesini ayıramadıklarından bu arayış boşa çıkar. Böylece toplumun temel taşı birey mutsuz, güvensiz, empatiden uzak, nefreti kendine silah yapmış bir varlığa dönüşür

Günümüzde ebeveynler, maalesef ki, çalışma hayatının yoğunluğunu bahane ederek ne kendileri ne birbirleri ne de çocukları ile yeteri kadar ilgilenemiyor.

Dolayısıyla yalnız bireyler kadar “yalnız çocuk”lar da çoğalıyor. Bu durum ileride acısını fena halde yaşayacağımız, belki de bu gün dehşetle okuduğumuz haberlerden de anlaşılacağı üzere o kötü günlere erkenden vardığımız büyük sorunlara gebedir.

Bu gün uzmanlaşma ile birlikte doğal yeteneklerini geliştirmeyen ve her şeyi başkasından bekleyen insanlar, vaktinde vermedikleri zaman ve sevgiyi daha sonra bin bir zahmetle maddi-manevi yıpranmalar yaşanarak telafiye çalışmaktadır. Sorunlar kar topu gibi büyüyüp de anne babanın çözemeyeceği bir hal alınca da psikologların, diyetisyenlerin kapıları aşındırılmaktadır.
Bu sorunların farkına daha kolay varmak için yönümüzü çocuk edebiyatına çevirmekte fayda var. Gerçi Cemal Süreya çocukların da tıpkı büyükler gibi her şeyi anlayabileceğini söylemiş ve çocuk edebiyatı kavramına karşı çıkmışsa da bu gün bu konuda ciddi bir sektör olduğu inkar edilemez.
Böyle bakınca, yazarı “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git” kitabını da kaleme alan, Susanna Tamaro olan Tombul Yürek mutlaka okunması gereken bir kitap

Kitabın arka kapak yazısı şöyle:
“Michele şişman bir çocuktur, ya da en azından onu ne olursa olsun zayıflatmaya karar vermiş olan annesi böyle düşünmektedir. Zavallı Michele'nin yaşamı bitip tükenmek bilmeyen cezalar ve diyetlerle geçmektedir. Onun en yakın arkadaşı olan evin buzdolabı Buzz, Michele'ye şövalyelik ünvanı verir ve onu Şövalye Tombul Yürek, Muhallebi ve Simit Markisi olarak adlandırır. Annesinin zoruyla Sıska Hamsiler Kliniği'nde kalmak zorunda olan ve buranın şişman çocuklar için bir hapishane olduğunu anlayan Michele, bu şövalyelik ünvanını kullanarak klinikten kaçar. Anneannesinin evine giden yolu ararken ormanda yolunu yitiren tombul çocuk, konuşan bir Sansarcık ve sahibi Bay Kakkolen ile karşılaşır. Başarısız bir mucit olan Bay Kakkolen Michele'nin bir kahraman olmasını ve şövalyelik ünvanını gerçekten hak etmesini sağlar.”

İşte konusu kısaca özetlenen bu kitapta önemli sorunlara parmak basılmakta, olaylara sekiz yaşındaki yalnız bir çocuğun gözünden bakılmaktadır.
Mesela kitabın bir yerinde şu ifadeler geçmektedir:

“Şu dünyada esrarlı mı esrarlı bir durum vardır da en önemlisi şudur: Çocuklar, büyüklerin ne istediklerini her zaman anlarlar; ama büyükler, çocukların ne istediklerini hemen hemen hiçbir zaman anlayamazlar. Daima çocukların şunu ya da bunu istediklerini düşünürler, oysa bu doğru değildir. Çocuklar sadece nazik davranmak için onlara boyun eğerler, ya da boyun eğmiş gibi yaparlar.”
Tekrar söylüyorum: Kitabın üzerindeki 7+(kız-erkek) uyarısına aldanıp bu kitabın sadece çocuklara yazıldığını zannetmeyin.

Hayallerini ve rüyalarını kaybeden insanları, yani anne ve babaları, daha sağlıklı çocuklar yetiştirmeleri için normalleşmeye davet eden kitabı mutlaka her anne baba okumalı. Hatta içindeki çocuğa sarılmak, insanı anlamak isteyen herkes talibi olmalı diye düşünüyorum.
Çünkü kitaptaki şu tespit çok yerinde: “Hiçbir ana baba çocuğundan hoşnut değil. Kimi çok yiyor, kimi çok aç, kimi çok konuşuyor, kimi suskun, kimi bulutları seyretmekten hoşlanıyor, kimi gözlerini bir kez bile yukarı çevirmiyor. Anlayacağın bugünün dünyasında yolunda giden hiçbir çocuk yok.”
Bu kitabı ilk kez okuyup bitirdiğim gün BAŞLANGIÇ adlı sinema filmini izlemiştim. Kitap ve film öyle güzel zihin yap-boz'umda yerini bulmuştu. Bu ayrıntıyı da vermek istedim. İzlemeyenler için iyi bir film olduğunu belirteyim ve konuya tekrar döneyim:

Sevgi, emek ister ya, kalbi dolduracak gerçek sevgiye giden yolda kendi sevgi depolarımızı dolu tutalım, hayallerimizin peşinden koşmayı ihmal etmeden, güzel rüyalardan güzel sabahlara uyanalım ki, sevgi dolu nesiller yetiştirebilelim.

Bu gün topluma hakim olan nefret dilini düşününce söylediklerim bir ütopya gibi gelebilir. Ama doğrular değişmez. Sevginin katına daha hızlı yükselebilmek için aklımızı başımıza almamız gerek. Belki de bu günkü gibi duvara toslamamıza az kalmış olması bir umuttur. Düşecek bir yer kalmayınca mecburen yönümüzü yukarı çevireceğiz. İşte o zaman bu kitaplar bize güç verecek.

Sevgi duygusunu yaşayan bir toplum için tek yol, başta kendimizi, içimizdeki çocuğu sevmek, sonra da kendi çocuklarımızdan başlayarak tüm çocukları bağrımıza basmaktır.
Keyifli okumalar, iyi seyirler.

6 Aralık 2017 Çarşamba

GİZLİ YÜZ- BİR ÖMER KAVUR FİLMİ



Önceki gün hava kasvetli olunca iyi gider diyerek psikolojik bir film izlemeye niyetlendim. Çayı demleyip bardağımı doldurduğumda karşıma Gizli Yüz çıktı. Orhan Pamuk'un Kara Kitap adlı eserinden yola çıkarak senaryosunu da kendisinin yazdığı film tam da benim sevdiğim türdendi. 

Kahramanının kendisini "Bir zamanlar herkesin unuttuğu bir ülkede küçük bir kız ile babası yapayalnız yaşarlarmış. Babası kızını öyle çok severmiş ki, bambaşka bir hayatı olsun istermiş. Büyüyüp kocaman bir kadın olduğunda kızı Kaf Dağı'nın arkasındaki kuşu bulacak, bütün talihsizlerin yüzünü birbirine benzeten tılsımı çözecekmiş." diye anlattığı filmin derinliği bir blog yazısının sınırlarını aşar. Ama filme dikkat çekip izlemeyenler için de çok fazla ipucu vermeden bir şeyler karalamak da filme vefa borcudur diyerek bir kaç noktayı vurgulayacağım.

Bir yerlere yetişme telaşıyla yaşadığımız şu günlerde filmin temposu özellikle genç seyirciye ağır gelebilir ama popüler kültürden yakasını azıcık kurtararak bireyselleşme yoluna girmiş her kişiye hitap edecektir diye düşünüyorum. Çünkü hayat, ancak yavaşlayarak farkına varılacak tatları taliplerine sunar. 

İstanbul'un binaya boğulmadığı, sokaklarından hallaçların, oduncuların, eskicilerin geçtiği zamanlarda, 1991 yılında çekilen film çok daha öncelere aitmiş gibi duruyor. Oysa sadece 26 yıl geçmiş. Ve biz artık bu filmdeki her şeyden öyle uzağız ki, kaybettiğimiz her ayrıntı bizden çok şeyler götürmüş. 

Nerede o eski günler nostaljicilerinden değilim. Her günün her gelişmenin artısı ve eksisiyle hayatımıza kaçınılmaz yönler verdiğini düşünürüm. 

Zaman değişir, ihtiyaçlar başkalaşır, akışın önünde durulamaz. Ama kabul edelim ki, insanın yer yüzüne çıktığı günden beri değişmeden süregelen anlam arayışı bu diyarı terk edene kadar devam edecektir.  
Bu nedenle değişen şartlara uyum sağlarken ruhları oyalayacak değil doyuracak yollar bulmak zorundayız. Bunun en kestirme yolu dışımızdaki kargaşaya rağmen içimizde basit sakin bir dünya kurmakta. Bu yol ise kestirme olduğu kadar zorlu. 

Yaşamak için çok çalışmak zorundaysanız ya da küçük çocuklarınız varsa günün sonunda yorulup yatağa düşmeniz büyük olasılık. Uyandığınızda aynı tempo ve çarkları arasında ezildiğiniz hayatın boğuculuğu karşısında içinizde yol almak epey zahmetlidir. Ama bu yolculuğa çıkmazsanız zamanla hayat anlamsızlaşır ve devam edecek gücünüz kalmaz. Bu nedenle bizim elimizden tutup böylesi yolculuklara çıkaracak sanat eserlerinden faydalanmalıyız. Kitaplardan destek almalı, filmleri giriş kapısı yapıp iç yolculuğumuza bir an önce çıkmalı ya da yarım kalan yola devam etmeliyiz.  

Filme geri dönecek olursak, kahramanlar, bir saatçi, onun fotoğraflarını çeken bir genç ve o gencin aşık olduğu gizemli bir kadın. Masal tadında film insanı saatler eşliğinde bir düşünce yolculuğuna çıkarıyor. 

Saatler dikkatimi hep çekmiştir ama yıllar içinde nedendir bilinmez, tik taklarından rahatsız olmaya başladım. Hele ki bazı duvar saatlerinin zamanın akışını her an başıma bir çekiç indirircesine hatırlattığı saatlerden hiç haz etmiyorum. Yattığım odada, gecenin karanlığında böyle bir eziyete katlanamam ve saatin sesini keserim. Bunun sebebini epey düşündüm. Yarı ölüm denen uykuya dalarken azalan zamanımın hatırlatılmasını istemiyor olabileceğime kanaat getirdim.   

Böyleyken bir saatçinin baş rolde yer aldığı, saatin imge olduğu, gerçek öykülerle başlayıp insanı bir hayalin içinde bırakan kurgudan etkilendim.

Sağlam metinler, kaliteli diyaloglar, imgesel bir anlatımla Gizli yüz gizem dolu bir sinema filmi imiş.

Orhan Pamuk'u okurken zevk almak için aşılması gereken bir eşik vardır. Okumaya gönül vermiş her edebiyat aşığı biraz zaman ve emek harcadıktan sonra onun zengin dünyasına girer ve tutkunu olur. 

Marketlerde satılan kitaplardan oluşan kütüphanelerle süslenmiş evlerde kalplere konuk olmaz. O her yazdığı ile Nobel'i hak ettiğini ispatlar. Kurgusu ve anlatım becerisi ile romancılar arasında üst bir dile sahip olduğunu hatırlatır. Senaryosunu kendi kitabından bir uyarlama ile yazarın kaleme aldığı filmi izlerken, bu düşüncelerim daha da güçlendi.

Gizemli kahramanına "Bir yüzü diğerinden ayıran nedir? Bir hikaye! Anlamlı bir yüzün hep hikaye anlattığını söylerdi babam." dedirten yazar bir başka kahramana da, "Bir yüze bakarsın, hayale kapılırsın. Ama göz açıp kapayıncaya kadar hayal kaybolur. Hayal artık aklında ama doğru mu? Her zaman yanında olmalı, aklında değil... Yoksa yanarsın" diye söyletiyor.  

Bu film yarım asır önce çekilmiş. Yani henüz cep telefonlarının esiri olmadığımız günlerde. Şimdiyse saatler digital. Her şey gibi insanlar da sayılardan ibaret. Kelimelerini kaybetmiş. Saatlerin göremediğimiz o gizli çarkları arasına sıkışmış. Hayallerini aramaktan vazgeçmiş. 

Oysa herkesin takılı kaldığı bir "an"ı, anı vardır. Ruhunun gizli çarklarında ezildiği, bozulduğu, hayatın durduğu, bir zaman sonra yeniden çalışmaya başladığı onu ölümüne taşıyan bir saati elbette vardır. Sesi kesilmiş de olsa, rakamlara hapsetse de bize gerçekleri de hayali de hala saatler hatırlatır.

Film "Bir zamanlar bir ülkede bir hırsız yaşarmış, hayal hırsızı. Rüyalara girer, beğendiklerini çalarmış. İnsanlar uyanır ama artık anılarını hatırlatacak nesneler çalındığından rüyalarını bir türlü hatırlamazmış." derken bizi de bir hayal aleminin kapısının önünde bırakıyor ve bundan sonrasını yalnız yürüyeceksin diye salık veriyor. 

Siz siz olun, hayallerinizi çaldırmayın. Anlardan ibaret hayatınızı zayi etmeyin. Saatinizin tik takları ne söylüyor eğilip kendinize kulak verin.  


Filmin Künyesi


Gizli Yüz, senaryosunu Orhan Pamuk'un yazdığı, yönetmenliğini Ömer Kavur'un yaptığı 1991 yapımı Türk filmidir. Pamuk senaryoyu Kara Kitap'taki "Karlı Gecenin Aşk Hikâyeleri" adlı bölümde bahsi geçen bir hikâyeden yola çıkarak yazmış ve 1992 senesinde kitap haline getirmiştir.

Başrolleri Zuhal OlcayFikret KuşkanSevda FerdağSavaş Yurttaş ve Rutkay Aziz paylaşmıştır. Film 1991 yılında Antalya Film Festivali'nde en iyi film ve en iyi senaryo ödüllerini, yine aynı yıl Montreal Yeni Sinema Festivali'nde en iyi film ödülünü almıştır.

3 Aralık 2017 Pazar

SEVDALI BULUT MASALI


Çocuk kitapları okumayalı çok olmuştu. Küçük Prens yeni çekilen filmi ile beraber tekrar popüler olunca yıllar önce okuduğum esere yeniden dönmüştüm. Satırları arasında kaybolduğum kitap beni gözyaşlarına boğmuştu. İyi kitapların her yaşta yeri başka diyerek bir yazı da kaleme almıştım. Blog formatına uygun olmayan uzunlukta olduğundan henüz burada paylaşmadım ama belki bir sonraki kitap paylaşımında bu yazıdan parçalara yer verebilirim. Ama şimdi başka bir konudan bahsetmek istiyorum. 

Bu gün  hepimiz, sanal alem bataklığına saplandığımızdan okumaya yeterince vakit ayıramıyoruz. Ama çocuklarımızın okumasını istediğimizden mi yoksa kendimize dair vicdan azabından kurtulmak için mi bilinmez çocuk kitaplarına geniş bütçe ayırıyoruz. Yayıncıların rant kapısı olarak gördüğü bu alanda ise edebi nitelikte kitaplar çok az. 

Oysa hayat kısa, okunacak kitaplar sayısız. Dünya üzerinden geçerken düşünen herkes bir kaç kelam etmiş. Birçoğu kaybolup gitmiş. Bize ulaşanlar arasından da bilinçli seçimler yapmak gerekiyor. Son zamanlarda masalların bile pedagojik formasyondan yoksun kişilerin elinde zararlı hale geldiğini ispatlayan haberleri sık sık okur olduk. 

Bir süredir yeğenlerimle birlikteyim. İster istemez gözüm kitaplıklarında dolaşıyor. Büyük yeğenim henüz beşinci sınıfa gitse de hızına zor yetişilecek bir okur. Tıp doktoru olmakla birlikte iyi edebiyat okuru olan akademisyen bir ailenin çocuğu olması onun için büyük bir şans. Böylece iyi kitaplara kolay ulaşıyor, bilinçli seçimlerle zaman kaybetmeden okumalar yapabiliyor.

Ben de onun kitaplığından altı yaşındaki kardeşine masal okumak için Nazım Hikmet'in Sevdalı Bulut Masalı adlı kitabını seçtim. 47 sayfalık kitabın yarısında uykusu gelen ama nezaketinden uyumak üzereyken bile vazgeçmeyen ufaklık bana iyi geceler dilemeyi unutmadı. Kitaptaki olağan dışı olayları dinlerken de, galiba masallar bizi trollemek için yazılmış diye yorum yapmaktan geri durmadı. Yüzümde gülümseme ile yıllardır uzak olduğum o masumiyetin uykuya dalışını izledim. Sabah uyandığında merak ettiğinden kalan kısmını da okuduk. Kötülerin kazanıyor gibi göründüğü bu hayat oyununda eninde sonunda galip gelecek olanın iyiler olduğuna inancımızı tazeledik. 
   
Bu arada çocuk kitabı diye nitelendirilen bir çok kaliteli eserin büyüklere daha çok şey söylediğini de bir süre önce okuduğum bir yazıda Ertuğrul Uzun Hoca hatırlatmıştı. Mutlu Prens'e dair derin bir okuma yapmaktan bahsetmiş, bize yeni pencereler açmıştı. Şimdi de meraklısı için bu konuya dair atölye çalışması da yürütüyormuş. (Ayrıca Blog adresi de burada) 



Gündemin boğuculuğu ile hayattan çok masala kaçmak istediğimiz şu günlerde okuma yolculuğunuzu kaliteli yayınevlerinden çıkan kitaplara uğratın derim. 

Ben bir süre daha çocuk kitapları arasında olacağım.       

Geceye de iyi bir şarkı farklı bir yorumla merhaba diyelim. 

1 Aralık 2017 Cuma

AŞIK MI MAŞUK MU?





Her ne kadar erkeklerden daha duygusal davransalar da kadınların aşık değil ancak maşuk olacağı söylenir.

Bana bu söylemi hatırlatan ve acaba doğru mu diye sorduran bir film izledim. 

İngiliz Edebiyatının önemli bir romanından sinemaya uyarlanan film renkli simaları ve hareketli görüntüleri ile kitabın derinliğini ne kadar verebilir bilinmez. 

Farklı bir edebiyat uyarlaması seyretmek isteyenler için vakit ayırmaya değer diye düşünüyorum. 

Bence "Kadınlar aşık olunmak ister." iddiası kesinlik arz ediyor. Ama kafamda netleştiremediğim noktalar "Her daim aşık olunmayı dileyen kadına aşık olan erkeğin önemi yok mudur, aşık adam bir gün giderse maşuk kadın hayatına öylece devam edebilir mi" soruları oldu. İzlerken bu ihtimalleri bir kadın olarak gönlünüzde tartın derim. 

Erkekler için de, hemcinslerinin daha az ama daha derin aşık olduğuna dair tartışmalarda delil olarak gösterebilecekleri bir film olduğunu belirtmeliyim.   

Güzel ve acıklı bir aşk hikayesi için "Muhteşem Gatsby" etkileyici bir yapıt ama dilin keyfine varmak isteyenler her zaman olduğu gibi yönünü kitaba çevirmeli.  

Filme dair künye ve özet şöyle: 


2013 ‧ Drama/Romantik Film ‧

 2 saat 23 dakika 
  
7,3/10 IMDb
Muhteşem Gatsby, 1925 tarihli F. Scott Fitzgerald romanının sinemaya uyarlanmış olan Mayıs 2013'te vizyona giren film.
Yönetmen: Baz Luhrmann


Özet ve Detaylar
Yazar olma basamaklarını tırmanan Nick Carraway 1920'lerde eğlence hayatının gözdesi konumuna yükselen New York'a gelir. Kendi Amerikan rüyasının peşindeyken tesadüfen milyoner Jay Gatsby ve onun çevresiyle yolları kesişir. Carraway'nin alkolün su gibi aktığı, göz kamaştırıcı partilerle tanışması fazla zaman almaz. Öte yandan bu büyülü Amerikan rüyasının çöküşü de yaklaşmaktadır. Dışarıdan görkemli görünen bu hayatın örtbas etmeye çalıştığı gerçekler su yüzüne çıkacaktır...
Amerikan yazar F. Scott Fitzgerald'ın aynı isimli romanından beyazperdeye aktarılan filmin oyuncu kadrosunda ise Leonardo DiCaprio (Jay Gatsby), Tobey Maguire (Nick Carraway), Carey Mulligan (Daisy Buchanan) ve Joel Edgerton (Tom Buchanan) isimleri yer alıyor. 3D çekilen filmin yönetmenliğini ise Baz Luhrmann üstleniyor.


30 Kasım 2017 Perşembe

ERMİŞ- HALİL CİBRAN



Hayat nedir ne değildir sorusu bu dünya üzerinden geçen herkesin zihninden geçmiş, yaşadığı zamana ve şartlara göre cevabı hep değişmiştir. 

Ben de hayata yüklediğim anlamların değiştiği bir dönemden geçtiğimden soruma yeni cevaplar arıyorum. 

Bu güne kadar yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var cümlesini rahatça kurabileceğim en önemli gerçekse hayatın döngüselliği.

Aslında her şeyin cevabı bir sonraki karede var. Yeter ki "Neden benim başıma geldi" diye hayıflanırken gelen cevabı kaçırmayalım. 

Daha üç gün önce, burada o gemi gelmeyecek demiştim. Oysa siz liman olup beklemeyi bilirsiniz elbet bir gemi gelir bulur sizi. 

Bu gerçeği bilsem de, bu cümleyi hayatına motto yapan bir arkadaşımın gemiyi beklemekten sıkılıp vazgeçişe teslim olduğunu öğrenince yaşadığım ciddi hayal kırıklığı sonrasında sarf etmiştim. 

Geciken geminin sarstığı inancın altında kalmak çok acı. Geminin geleceğine inanmak ise bizi hayata bağlayan kalın bir halat. Ona tutunmalı derken kardeşimin kitaplığından rastgele bir kitap seçtim. 
Ve hayatta tesadüfe yer olmadığı inancımı bir kez daha tazeledim. 

Elime Halil Cibran'ın Ermiş kitabı geldi. İlk sayfadaki başlığı görünce gülümsedim. "Geminin Gelişi" 12 yıl onu götürecek geminin gelişini bekleyen bir ermişin şiirsel söylevinin böyle başlaması, geminin geleceği konusuna takılan zihnime cevap olarak gelmiş, hayatın döngüselliği bu konuda da tamamlanmıştı. 

Şimdi geriye bu kısa kitabın derin satırları arasında dolaşmak, "ada"mın kıyılarına çarpıp duran dalgalarla ahengi yakalamak kaldı.

Etrafınıza dikkatli bakarsanız sorularınızın cevaplarını hiç beklemediğiniz bir anda hiç tahmin etmediğiniz bir şekilde alabilirsiniz. 

Biraz gayret... Verimli ve keyifli okumalar...

Kitabın arka kapak yazısı şöyle:

 “İnsan için tüm amaçlarını susuzluktan çatlamış dudaklara ve tüm yaşamı bir çeşmeye dönüştüren bir armağandan daha büyüğü yoktur kuşkusuz. Benim şerefim ve ödülüm işte bu armağanda yatıyor. Ne zaman içmek için çeşmeye gelsem, diri suyun kendisini susamış bulmamda…” Yıllar boyu kendisine yurt olan kentten ayrılırken, Ermiş’ten geride bıraktığı halka hitap etmesi istenir. Kent halkı ona aşk, evlilik, suç, ölüm, güzellik ve daha pek çok konuda sorular yöneltir. Aldıkları karşılık, hoşgörü ve sevginin biçimlendirdiği bir insan yaşamı üzerine hazine değerindeki öğütlerdir. Haklıyla haksızın, suçluyla suçsuzun, dimdik ayakta duranla düşmüşün aslında aynı insan olduğu bir yaşamdır bu


Ve bir alıntı:

"Size bir de denildi ki hayat karanlıktır diye ve sizler
bezginliğinizde tekrar edegeldiniz, bir bezgin tarafından ne söylenmişse.

Ve ben derim ki hayat, sahiden karanlık, insiyak olduğu zaman başka.

Ve her insiyak kördür, bilgi olduğu zaman başka.

Ve her bilgi beyhudedir, çalışma olduğu zaman başka.

Ve her çalışma nafiledir, aşk olduğu zaman başka.

Ve her ne zaman aşkla çalışırsanız kendinizi

kendinize raptedersiniz ve ötekine ve Allah'a."


28 Kasım 2017 Salı

BİLSEYDİK...



Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır derlerdi. 
Bu kahveyi birlikte yudumlayalı çok oldu. 
O görüşmemizin son buluşmamız olacağını bilseydik nasıl davranırdık bilmiyorum. 
Ama sanırım ben her anın kıymetini daha çok bilirdim. 
Bu kadar özleyeceğimi bilsem daha sıkı sarılırdım sana, hayata.

Bu günden bakınca böyle düşünüyorum. 
Kim bilir şimdi de nelerin değerini bilmiyorumdur ama hangimiz böyle değiliz ki! 

Keşke, sahip olduklarımız elimizden çıkmadan kıymetini anlasak. Keşke, keşkeler denizinde kulaç atacağımıza oradan kıyıya yüzüp "Dünle beraber gitti cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait/Şimdi yeni şeyler söylemek lazım" diyebilseydik.
  
Ama hatır gönül işlerinin rafa kalktığı, herkesin kendi gemisini yürütme derdine düştüğü günlerdeyiz. 

Lakin deniz bitti. 
O gemi bir gün gelmeyecek. 
Bindiklerimiz de bir bir karaya oturacak. 
Sonra biz yeniden insanı arayacağız içimizde. 
Kendimizle dost olmayı deneyeceğiz. Bunu başardığımız gün de, her şey, herkes bize dost olacak. 
Çünkü bu alemde süregelen bir döngü var. 
O gün gelene kadar burada, "ada"mdayım.