13 Temmuz 2018 Cuma

AŞK İLE BİR DAHA...



Aşık olmak, bu dünyada bir insanın başına gelebilecek en güzel olaylardan biridir.  
Hayatı bambaşka gösteren, insanı, içinin karanlıklarından çıkarıp ışığın, aydınlığın, güzelliğin olduğuna inandıran, tarifi kelimelerle imkansız bir kavramdır aşk.

Öyle ki, ancak içinden geçmişlerin anlayabileceği bu soyut olgunun aslında büyük bir devrim olduğunu kabul etmek gerek.

Devrimler, eski olan her şey yıkılarak yapılır. Bir gecede sahip olduğun her şeyi kaybedecek olmak devrimin gönüllerde kabulünü zor hale getirir. Kötü ya da eksik olan bir şeyi değiştirirken yanında bir sürü güzellikten, rahatlıktan, alışkanlıktan vazgeçmen gerekir.

Tıpkı yeni doğmuş bir bebek gibi her şeyi adım adım öğrenmek insanı konfor alanından çıkaracağından böyle bir yola girmek zordur. Dilini bilmediğin bir insanın hayatına girmesi ile yeni ve ortak bir dil geliştirmek, el ele tutuşup yürümeyi öğrenmek için çaba gerekir.

Aşkın bu dikenli yolunda yürümeye cesaret edenlere ise iç dünyalarında bir gül bahçesi vaat edilmiştir.

Burası öyle bir cennettir ki, dışarıda onları bekleyen zorlukları, itirazları, yıkımları, yeniden ayağa kalkmanın yoruculuğunu sıcak bir gülüş, tatlı bir sözle silecek güce sahiptir.

Aşıklar, dışarıdaki fırtınaları kırılmaz bir camın ardından yüzlerinde müstehzi bir gülüşle el ele izler ve ne olsa onlara dokunmayacağını düşündükleri bir dünyanın zevklerine kendilerini bırakırlar.    

Ama bu dünyanın değişmez bir kuralı vardır: Burası başka bir dünyanın demosu olduğundan her şey geçici, her zevk kısacıktır. Aslında kötü günler de, iyilerle eşit olarak verilmiş imkanlardır ve insanlar arasında döndürülür. Herkes güzel günler görür, çabuk geçtiğine üzülür. Zor zamanlardan da geçer. İnsan bu vakitte kazandıkları ile daha güzel günlere yürür.

Ama aşk diğer güzelliklerden başkadır. Çünkü aşk bu dünyanın yaratılış sebebidir. Onunla tanışıp neden bu aleme bırakıldığımızı fark etmemiz istenir.

Bu koca çölde yalnızlıklarımızdan sıyrılıp kendimizden vazgeçerek bir gönle akıp akamayacağımızı görmek isteyen Yaradan bizi bir çok yoldan geçirir.  

Hayat senaryomuza yazılmış bir aşk, gerçek bir şanstır. Ama aynı zamanda büyük de birbelayı ardında saklar. İçine düşülen aşk bizi gerçek sevgiye, Yaradan’a götüren bir yol olacak mıdır, yoksa gönlümüz bir yolcu olduğunu unutup uğradığımız bu istasyonda bizim gibi yolcu olan bir fanide kalacak mıdır? Buna bakılır.

Ve ne zaman büyük bir aşkla iki kişi bir araya gelse, bu ateşin büyüklüğü ölçüsünde yangınlar çıkacak, kendileri ile beraber çevreleri de sınava tabi tutulacağı kesindir.

Çünkü yer çekimi kadar gerçek olan bir kanun daha vardır: Birbirine hayat olan o iki kişi arasına ne zaman bu dünyadan hiçbir şey giremez olursa oraya kısa zaman sonra ölüm meleği uğrar ki, sevdiği kul, dinlencelikte takılıp kalmasın, gönül evini sahibine açsın. Ama bu öyle uzun ve meşakkatli bir yolculuktur ki, aşka düşen kaç kişi yolun sonuna varabilir bilinmez. 

Bana bu satırları yazdıran sosyal medyada rastladığım bir veda yazısı oldu. Tüylerim diken diken olarak okuduğum satırlar yüreğimi deldi geçti. Onun için büyük bir aşkın taşıyıcısı olan yazar Şermin Yaşar’ın son postunu buraya aynen almak istedim. Birkaç gün önce eşini kaybeden acılı yürek şu satırları kaleme almış:

 Taziye için gelen pek çok kişi “sözün bittiği yerdeyiz” dedi. İnsan ne diyeceğini bilemiyor evet, ama benim için belki de sözün başladığı yerdeyiz.


Evlenirken bana, yabancı bir adamı eve nasıl sokarsın dediler. Oysa Nedim, çocukların kapıdan içeri girince üstüne atladığı, gece masallar okuduğu, yıkadığı, uyuttuğu, candan sarıldığı Nedim Babaları olmuştu. Biz evlendiğimizden beri o her gece çocuklarla uyudu, tepelerine dikilip “yav siz beni unuttunuz mu?” dediğimde kollarını açtılar gülerek, e hadi bari sen de gel, dediler. Bana öğretti ki üvey baba/üvey anne diye bir şey yok; insan var, insan olamayan var.


Biz evlenirken bana aranızda çok yaş farkı var, o erken ölecek dediler. Haklıymışlar, ama ölüm bana da gelebilirdi. O kadar sevdim, o kadar sevildim ki bir buçuk yılda, on ömrün sevgisine bedel...

Ben kararımı alırken başkasıyla sevgisiz ama zoraki evli, elli yıl geçireceğime seninle on yıl geçiririm, demiştim. Aşkın var olduğunu biliyordum ama bu kadar güzelini görmemiştim. Bana öğretti ki her yaşta aşk var, olan var, olamayan var.

Tanıştığımızda “ben çok mutsuzum, sebepsiz, sanki senin yanında iyileşiyorum” dedi. İyileşti. Gördüm. Etrafımızdakiler gördü. Çok güldü, çok sevdim, etrafında dört döndüm, şımarttım, sevgimi sonuna kadar gösterdim. Geçen hafta bir fotoğrafını çektim, çok tatlı çıktın diye uzattım. “Biliyor musun, gamzem olduğunu seninle öğrendim, demek önceden hiç böyle gülmüyormuşum”, dedi. Bana öğretti ki, hayat kara sularda seyrederken dümen kırabiliyor. Ben onun için o dümeni kırdım, son yılını açık, ferah, güneşli, aşk dolu bir denizde geçirdi. Fakat yolculuk bu kadarmış. Bana da ona yoldaşlık etmek yazılmış.

Beni her gece “Nasıl yazıyorsun anlamıyorum ama, ne olur hep yaz,” diye oturtturdu masaya, karşıdan izlerdi. “Ya sen bakarken nasıl yazayım” dedim hep gülerek, “E canım sen de gözümün önünde yaz, özlüyorum” dedi. Hep yazacağım Nedim, hep. Gözünün önündeyim biliyorum, sen de öyle. Sen hep “ne kadar duygusal olduğunu bilmesem bu kadın taştan diyeceğim, nasıl baş ediyorsun her şeyle” derdin. Taştan değilim, taş olsam dün orta yerimden çatlar, paramparça olurdum. Ama baş edeceğim. Aşkın da benim içindi, acın da yokluğun da benim için...”

Yazara başsağlığı ve sabır dilerken, aşkını ölüm meleğine teslim ettikten sonra hayata tutunmaya çalışan rahmetli babaannemi hatırladım. On altı yaşındayken aşık olduğu adamla evlenen şanslı bir kadın babaannem. Onunla geçen 8 yıllık kısa evliliğinde üç çocuğuna baba olan adamı ömrünün sonuna kadar unutmayan aşık bir kadın. Aşkını yitirdikten altı ay sonra, babasının ayrılığına dayanamayan 7 yaşındaki kızını da toprağa verdiğinden güçlü olmak zorunda kalan bir kadın. 33 yaşında kalp krizi geçirip vefat eden ilk kocasının ölüm haberi geldiğinde sonradan en sevdiği evladı olacak amcama hamile olduğunu öğrenen, o üzüntü ile karnındaki çocuktan kurtulmak için her yolu deneyen çaresiz bir kadın. Ama sonra kısa sürede çocukları için kendini toplayıp yeni bebeğine Çanakkale’de şehit düştüğü için hiç görmediği kendi babası ve onun adaşı olan aşkının ismini veren genç bir kadın.

Güzelliği ile parmakla gösterildiğinden ailesi tarafından yalnız yaşaması uygun görülmeyen ve bir an önce baş göz edilmeye çalışılan babaannem, aşkını kaybettikten üç yıl sonra uzak akrabalarından ona aşık bir adamla tekrar evlenmiş. 

Ben aşık olduğu karısından sekiz yaş küçük o genç adamın torunuyum. Ömrünün sonuna kadar, adını taşıdığım babaanneme aşkla bağlı kalan, onunla elli yıl geçirdikten sonra ardından gözyaşı dinmediğinden kalbi 28. gün durup sevdiğinin yanına gömülen bir adamdı dedem.

Ama ilk kocasına aşık bu kadının aşkına hiçbir zaman ulaşamayan acılı adam, onun gözüne girmek için tek evladı babama, üvey çocuğu gibi davranıp, karısının diğer çocuklarına gerçek bir baba olmayı seçse de amacına ulaşamamıştı.

Çünkü, sevgi emek olsa da aşk bambaşkaydı. İstendiğinde elde edilebilen bir şey değildi aşk, bir ikramiye gibi başına talih kuşunun konması ile elde edilen bir şanstı. İkramiye diye bakınca da, yine aşkın gizli kanunun işlediği görülür, kendisine büyük piyango çıkan herkes de, nasıl bir döngüye giriyorsa kısa sürede hem zirveyi hem dibi görür.

Dedem de, evinde eşinden sevgi saygı bulsa da, talip olduğu aşkı sevdiği kadının gözlerinde hiç göremeyince bu aşksızlığın öfkesini hareketlerine yansıtmış olmalı. Onu aceleci, fedakar, fevri, her şeyi kontrol altında tutmaya çalıştığından hep dert edecek bir şeyler bulan endişeli bir insan olarak hatırlıyorum.

Babaannemin ise, ilk kocası tarafından sesin hiç yükselmediği, sakin bir ortamda evliliği tanımış, aşkla beslenen gönlü hiç kırılmamış biri olarak devamlı panik halinde, çabuk sönse de, çabuk parlayan öfkesi ile sürekli bağırıp çağıran dedeme alışması hiç kolay olmamıştır diye düşünüyorum.

Aslında ikisi de, kesişmeyen aşkın, yani aşksızlığın gizli öfkesini hep yedeklerinde taşımış ve galiba bunun acısını en yakınlarından, babamdan çıkarmış. Sevgiden mahrum olduğundan dikkat çekmek için haylaz bir çocuk olmayı seçen babamdan, birbirlerine “Senin oğlun”, diyerek bahsetmişler hep. Hani övündüğümüz, sevdiğimiz şeyleri sahiplenir, çocuklarımızın başarılarında “Benim oğlum/kızım” deriz ya, işte anne babasının tek evladı olan babam ne kadar başarılı olsa da, o sahiplenmeyi hiç görmediğinden sevilmediği kabulü ile büyümüş. Bu nedenle olsa gerek aşka gönlü kapalı, aşırı mantıklı bir insan olmuş.

Sonrasında babaannem de, her iş başına düşüp hayat yolunda güçlü durmayı öğrenince kimseye insiyatif bırakmamayı seçmiş ve babam için kız bulma çalışmalarına girişmiş. Güzellik ilk kriteri olan kadın, kendisine layık bir gelin aramış ve kendinden güzelini annemde bulup oğluyla evlendirerek babamı aşka düşme derdinden/güzelliğinden kurtarmış.

Çocuklukta yüzü gülmeyen babam, yine de şanslı imiş ki, uyumlu karakteri ile onu sakinleştirmeyi beceren, sevgisini göstermekte çekingen olsa da eşini seven, kendisi gibi mantığı güçlü bir kadınla, annemle evlenmiş.

Aşkın yıkıcılığının gölgesinde büyüdüklerinden olsa gerek aşk evliliğine karşı olan, mantığa oturmayan hiçbir ilişkiyi kabul etmeyen anne ve babam bizi de aynı mantıkla büyütmüş.

Ama, insan yedi göbek sülalesinin enerjisinden genetik miraslar alır derler ya, hatta o enerji alanlarını düzeltmez, geçmişten getirdiği yükleri temizlemezse benzer trajediler, benzer süreçlerle karşılaşacağı söylenir ya, onun için olumsuzu duyarak büyüdüğü şeylerden korkar insan.  İşte benim zihnimde, bir karma olarak ortaya çıkan durum hepsinden zor.

İçinde her zaman her şeyi yoğun duygularla yaşayıp kararlarımı delikleri çok sık bir mantık süzgecinden geçirdikten sonra veren biri olarak, aşk ve ardından gelecek felaketler mi, yoksa aşksızlıkla ama istikrarla yaşanan sıradan hayatlar mı iyidir karar verememişimdir. 

Bu kararsızlıkta anne babamın hayata son derece mekanik yaklaşımlarıyla, karşılıksız aşkın mağduru duygusal bir dedenin ve tabi aşık olduğu adamı kaybeden ama aşkı yüreğinde tazeliğini ölene kadar koruyan babaannemin genetik katkılarının etkisi olduğunu düşünüyorum.   

Ancak her zaman yedeğimde ölüm meleğinin üzerinde kanat çırptığı karşılıklı aşkın korkusu da olduğundan mantıkla, sevgi ile istikrarla hayat yolculuğuna devam edilmesi gerektiği kanaatine varıyorum.

Ama Şermin Yaşar’ın “O kadar sevdim, o kadar sevildim ki bir buçuk yılda, on ömrün sevgisine bedel... Ben kararımı alırken başkasıyla sevgisiz ama zoraki evli, elli yıl geçireceğime seninle on yıl geçiririm, demiştim. Aşkın var olduğunu biliyordum ama bu kadar güzelini görmemiştim. Bana öğretti ki her yaşta aşk var, olan var, olamayan var.” dediği satırları okuyunca aşkın hayalden gerçeğe dönebilen bir olgu, sürprizlerle dolu yemyeşil bir yağmur ormanı olduğunu düşündüm. Mantıkla kurulmuş evliliklerin de üzeri naylonla örtülü seralar gibi sakin, korunaklı bir ürün yetiştirme sahası.    

Bu noktada da, Dostoyevski'nin şu sözünü hatırladım: Ne yaparsan yap, pişman öleceksin.             


Aşkın yükünü kaldıracak gücü olanlara aşkla dolu dolu geçecek unutulmaz zamanlar, tercihini sevgiden, emekten yana kullananlara da, seralarında iyi çalışmalar dilerim.   

Not: Yazı kelimelere bağlanmış unutulmaz şarkılarla zenginleştirilmiştir. Okuduktan sonra tıklamayı unutmayınız.