5 Haziran 2018 Salı

AHLAT AĞACI


Bugün, birkaç yıldır kendimce haklı gerekçelerle ertelediğim bir arzumu, arkadaşlarımdan üst üste aldığım iyi haberlerin şerefine yerine getirdim.

Yaşadığım şehirde, en büyük şansım olan arkadaşımı da alıp sinemaya gittim. Sabahın ilk seansı olduğundan mı bilinmez salonda sadece ikimiz vardık.

Tabi ki, Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı’nı görmek için yola çıkmıştık.

Büyük ustanın her filminin bende yeri ayrıdır. Özellikle “Bir zamanlar Anadolu’da” ve “Kış Uykusu” hayatımın önemli değişim zamanlarına denk gelmiş, o yol ayrımlarında bana iç sesimi dinlemem gerektiğini hatırlatmıştır. 

Bu nedenle sinemaya giderken bu yeni filmin de, kördüğüme dönen hayatım için bir çözüm sunacağına dair umut doluydum.  

Dram filmlerini de sevdiğimden son sahnesine kadar ilgi ile izledim. Acı acı güldüğüm de oldu, izlediklerimin zihnimde açtığı anı pencerelerinden bakınıp gülümsediğim de. Ama içimin böyle karışık olduğu bir zamanda filmin sonunda umudu diri tutacak bir son olmasa idi kör kuyularda merdivensiz kalabilirdim. Neyse ki, bu filmin sonunda da, içimde bir ışık belirdi.

Ama film boyunca, kahramanların çaresizliğini, çıkmaz sokaklarının karanlığını, hayatın üst başlığının istisnasız herkes için hayal kırıklığı olduğunu iliklerime kadar hissettim.

Hepimiz, tıpkı filmdeki kahramanlar gibi, kendi kuyumuzun karanlığında saklanıyor, etrafı yeşertecek o suyun çıkması için bir zaman çaba sarf ediyor, umutla beklerken sararan otları görünce hayatın elimizden kayıp gittiğini fark ediyoruz.  Bu gerçekle yüzleşmeye başladığımızda da, “Her şey için çok geç” cümlesi ömrümüzün yakalarından tutuyor, gözümüzden belli belirsiz akan yaşlarla beraber sarsılıyoruz.

Ben şehirde büyüyen bir çocuk olarak pek de görmediğim Ahlat Ağacını ilk kez Didem Madak’ın Ahlar Ağacı adlı bence benzersiz acılar manzumesinde duymuş, şiire vurulmuştum. 

Sık sık mırıldandığım bu mısralar  ile filmin bana geçen duygusu paralel olunca bu konu üzerine düşünmeye başladım.

Hani Yusuf Atılgan’ın, “Aylak Adam” adlı eserinde kahramanın dilinden sinemadan çıkan insanı anlattığı satırlar vardır:

“İki saat sonra kalabalığın içinde, sinemadan dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi, düşünüyordu;” Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar…  Eve gidip okusam. Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birlikte çıksınlar. Kafasından geçenlere güldü…”  diye tarif ettiği sinemadan çıkan adamım ölmeden bir şeyler yazmak istedim ve o şiire tutundum:

“Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım Tanrı’nın eliydi.
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.
Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,
Çok şey görmüşüm gibi,
Ve çok şey geçmiş gibi başımdan,
Ah...dedim sonra
Ah!”

Derken gözlerimden yaşlar süzüldü, yüzüme yerleşen hüzünlü bir gülümseme ile şiire devam ettim:

“Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya:
Olanlar oldu Tanrım
Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!” 

Bu şiiri her okuduğumda derin bir hüzün çöker üzerime. Aynı hüznü film boyunca da, hatta sonrasında uzun saatler boyu da hissettim. Kahramanlar, hayata karşı duruşları, kaçışları tek tek gözümün önünden geçti. Entellektüel birikiminin onu yalnızlaştırdığını düşünen Sinan'ın, kitap basabilmek için sponsor arayışları içimi acıttı. Zamanında kaptığı köşenin, yaptığı ismin ekmeğini yiyen yazarları temsilen filmde yer alan karakterle girdiği diyalog da can yakıcıydı. 

Ne taşraya, ne şehre, ne entellektüel çevreye dahil olamayan filmin kahramanı, çeşitli dertlerle boğuşan ailesinin yanına dönse de yeryüzünde bir başınaymış hissinden kurtulamadı. Hiçbir yere ait olamamak hissinin kişiliğinde meydana getirdiği parçalanma ile kendini ahlat ağacı ile özdeşleştiren genç yazar aynı isimli kitabını evdeki değerli eşyaları satarak bastırdı. Tabi arkasında herhangi bir yayınevi, reklam ve medya desteği olmadığından kitap hiç satmadı. Sinan yine yalnızlığın karanlık sularında kulaç attı.

Sonra babası “Vaktinde firar, zaferdir” dediğinde mısraların arasında dolaşmaya devam eden zihnim, şiire sarıldı:

“Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Kapının arkasında yokum demiştim
Ve divanin altında da.
Bulamazsınız ki artık beni,
Hayatın ortasında.
Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Beni kimse bulamazdı
Tanrı’
nın arkasına saklansam.
O Kocamandı, en kocamandı o.
Bir kız çocuğunun hayalleri kadar.

Bir zamanlar kendimi
Bulunmaz Hint kumaşı sanmıştım.
Kaç metredir benim yokluğum?
Benden daha çok var sanmıştım.
Benim yokluğumdan dünyaya
Bir elbise çıkar sanmıştım.
Dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan
Sonunda ben de alıştım.
Ah...dedim sonra,
Ah!

Güzin Ablası kitaplar olan bir kızdım,
İçim sıkılmasa o kadar
Tek bir satir bile okumazdım.”  diye devam edince çocukluğumun bahçelerinde dolaşıp şairle olan ruhdaşlığıma şaşırdım.

Yönetmenin bir röportajında  “Ahlat ağacı yalnız, garip, sahipsiz bir ağaçtır. Öksüz bir çocuk gibi öyle kendiliğinden biter bir yerlerde. Çorak yamaçlarda, taşlı tepelerde bile dünyaya gelse, tutunur hayata kene gibi, bırakmaz, kimsesiz bir sokak çocuğu gibi ekmeğini taştan çıkarmasını bilir... Ahlat gerçekten de yamuk yumuk, şekilsiz, her an kavgaya tutuşuverecek gibi sinirli bir hali olan kara kuru bir ağaçtır.” dediğini okuyunca filmdeki karakterlerin ortak noktası olan ağacın metafor olarak imgesel gücünü hissettim.

Film boyunca kahramanlar Ahlat Ağacı’nın yanına gittiğinde ben de uzaklara daldım. 
“İç ses, diye söylendim
Ve ah dedim sonra,
Böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim.

Dallarına salıncak kurardı çocuklar,
Hızlı yaşanan bir hayatin şarkılarıydı salıncaklar.
Meyveleri tatsızdı
Eski bir lanetten dolayı
Herkes dişlerdi acı meyvelerini,
Ve herkes söverdi ona.
İsmini yazardı herkes onun bağrına,
Ah derdi o. Ah!” dedim ben de, akşam boyunca. 

Tekrar filme dönecek olursak, bir şekilde bizim de dahil olduğumuz Ortadoğu toplumlarında sıkça karşılaşılan  babaların sevgisini evlatlarına gösterememesi sonucunda yalnız, saygısız, sevgisiz kişilerin arttığı, bu hatayı fark etse de her bireyin zamanla bu arızayı nesilden nesile aktardıkları da çok net bir şekilde ortaya konmuştu. 

Filmin sonunda, aynı eğitime sahip olduğu oğluyla bir türlü diyalog kurmayı başarmayan öğretmen babanın, emekli olduktan sonra, o sıralar askerden yeni gelen oğluna “İnsan biraz zaman içinde süzülmeli” diyerek zeytin dalı uzattığını görünce sevindim. 

Bu sahnenin, bize, yaşarken kayıp sandığımız vaktin aslında kalitemizi arttıran bir demlenme süreci olduğunu fark ettirebileceğini düşündüm. 
  
“Bıçağın ucundaydı insanların hafızası
İnsan unutandır
ve insan unutulmaya mahkum olandır.
’" diye bizi gerçeklerle yüzleştiren şairin dizlerinde her unutuşun aslında temiz bir sayfa açmak için umut da olabileceğini hissettim. 
Şiir,
“Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının Tanrım,
Ulaşılamazdı,
Sen sarılmak istesen ona,
O sana sarılmazdı.
Ne çok dikenin vardı Tanrım!
Ne çok isterdim,
Sana sarılamazdım.
Ve şöyle derdim o zaman:
Ah!”  diye devam ederken taşranın boğucu havasında kalben idrak edemediği, hayatına hayat kılamadığı bir dini, meslek olarak icra eden ama elinden ve dilinden emin olunmayan insanların virüs gibi toplumu sardığını, farklı bir bakış açısı getirerek güncel sorunlara çözümler arayan din görevlilerine bile bu basmakalıp zihniyet tarafından fırsat verilmediğini, çok güzel bir şekilde perdeye aktaran Yönetmenin gözlem gücü, sezgiselliği, ve oyuncu yönetimine şapka çıkardım.

Vicdanın o berrak sesine kulak tıkayanların dini ritüelleri yerine getirirken bunu sadece taklit üzere yaptıklarından, evladından, uzak çevresine kadar kimsenin üzerinde etkili bir sonuç doğurmadığını da film izlerken fark ettim.

Nedenleri ve nasılları ile derinleştirilmemiş din ve ahlak anlayışının etkin sonuç doğurmadığını, görünüşte mensup olduğu dinin gereklerini yerine getiriyor gözüken kişilerin de  toplumun her kesiminde yaygınlaşan ahlaksızlıkla muzdarip olduklarını, böylece çürümenin başladığını düşündüm.

Hatta bu insanların ahlat ağacının dikenleri gibi olduğunu Yaradan’ını arayan ruhlara batarak canlarının acısı ile oradan uzaklaşmalarına sebep olduklarından zararlarının büyüklüğünü fark ettim.  

“Herkesin birbirine görünmez iplerle bağlı” olduğu gerçeğini haykıran filmin bu gün yaşadığımız bir çok sıkıntının kaynağında kötülerin, sahtekarlığı yaşam şekli belirlemiş her yaş ve her meslekten etik yoksunu insanın ipiyle dokunan kumaşın kalitesini nasıl bozduğunu anladım. Defolu kısımlar yüzünden metrelerce sağlam kumaşın yok pahasına pazarlarda satıldığını hatırladım.

Okulunu bitirip iş bulamadığı için ailesinin yanına, nefes alamadığı o taşradaki beldeye dönen gencin “Dar görüşlü, bezelye taneleri gibi birbirine benzeyen insanların yaşadığı bu yeri diktatör olsam haritadan silerim” dediği sahnede kahramana hak verdim.     

“İnsan neden en yakınında duran hayatı yaşamak zorunda ki!” diyen ve uzakların hayalini kuran genç kızın köyün çeşmesine kadar gelebildiği filmde gizli kapaklı işler çevirmekten geri kalmadığını görünce insanın dışarıdan gelen baskıya isyan edeceğini hatırladım. Her konuda etik değerlere sahip bireyler olmak için, iç kontrol mekanizmasının geliştirilmesi ve sık sık güncellenmesi gerektiğini düşündüm.

Şiire devam ederken zihnimden resmi geçit yapan düşünceleri hizaya sokmaya çalıştım:

“Ahlat ahların ağacıydı,
Yaşlanmaya başlayanların,
İtiraf edilememiş aşkların,
Evde kalmış kızların.
Ahlat ahların ağacıydı,
Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse,
Öyleydi iste.”

İnsanın, yaşlandıkça tepkisizleşmesinin bir çeşit kaderine isyan olduğunu düşünürüm. Kalben kabul edemediği gidişata engel olamayınca diliyle “Akışına bıraktım” diyen insanoğlu aslında türlü yollara saparak, sevemediği kaderine bakıp hayallerinden uzağa düşüyor. Filmdeki babanın “Gene onlar kazandı” diyerek kendini toplumdan soyutluyor oluşu da bunun kanıtı.    

Belki de insanın geçmesi gereken en önemli sınav budur: Kaderini sevmek. 

İnsan hayatı, bazen ani gelişen olaylarla önemli kırılmalara sebep olan bir fay hattı gibi. Bazen de tekdüze devam eden,  insana nefes alma, kendisi olma imkanı vermeyen o boğucu taşra havası gibi.

Bu nedenle herkesin sınavı zor. Herkesin isyanı, “Oynamıyorum” diyerek küsüşü başka türlü. Ama sonuçta mecburi bir kabullenişle yola gelmiş görüntüsü vermek de adetten. 

Oysa önemli olan kalp, asıl mesele onun tatmin olması.

Didem Madak da şiirin devamında bu gerçeğin resmini çizmiş:

“Bir Arap şairi söyle demiş,
Savaşta yenilen halkına,
Ağlamayın, ağlamayın, acınız azalır


Uzun bir dize dayardı hayat her sabah karnıma
Şiir için düelloya gelmiş bir sevgili gibi,
Sorardı:
Daha yazacak mısın?
Hayır derdim,
Artık yazmayacağım.
Ama şöyle denir:
Kılıç çeken kılıçla ölür.
Ama şöyle denir:
Kaderden kaçılmaz.

Ama yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi,
Tırnaklarıyla düzeltemiyor insan.
Yıllarca biriktirdim
Rengarenk çokomel kağıtlarını kitap aralarında.
Aşık olduğumda,
Çikolata kokardı kırmızı yazgım.
Hayatıma hayat diyemem artık.
Sarı yazgım her sonbahar onu
biraz daha fazla, ömür yaptı
Maviye de, yeşile de dili dönmez ömrümün artık.”

Bir hususu daha eklemek istiyorum: Filmde usta oyuncularla beraber yola yeni çıkan gençlerin de, her karakterin hakkını verdiği ortada. Özellikle başrol oyuncusu Doğu Demirkol’un performansı izlenmeye değer.   

Bu toprakların çıkardığı deha yönetmenlerin en ustası! Daha nice güzel filmlerle, bizi hayata, kadere, insan denen meçhul üzerine düşündürmen dileğiyle. Ahlat ağacı için teşekkürler.    


hayhaybuyursun2018@gmail.com