15 Ocak 2018 Pazartesi

AH BU ŞARKILARIN GÖZÜ KÖR OLSUN



Küçük Prensin yazarı Saint-Exupéry'nin "Hiç kimse hem sorumluluk hem umutsuzluk hissine aynı anda kapılamaz" dediğini okuyunca kalbime döndüm ve sordum, hangisini taşıyorsun: 

Hayatın anlamını bulmaya gönderildiğin bir alemde bu devasa yükün sorumluluğunu mu, yoksa her şeyi karanlığa mahkum eden umutsuzluğu mu...

Bir süre ses vermedi. Bıraksam ağlayacaktı. Keşke bıraksaydım ve içime dönerek gerçekliğe teslim olsaydım. Ama yapamadım, yine kelimeleri alıp yanıma, oturdum masanın başına. 

Oysa, kalbimizdeki yaralar tazeyken, sorumlulukların altında sus pus olmuş içimiz hala kanıyorken çok yol gidemezdik. 

Ama cesaret gösterenlerin mutluluğa adım atacağını öğrenmiştik. 

Sorumluluk sahibi olmak, kendi acılarına rağmen gereklilikleri yerine getirmekti. Birilerinin derdine derman olmaya çalışırken güzelleşmek, sevgi ile huzura ererken gizli bir elin bizim gözyaşımızı da sildiğini fark etmek demekti sorumluluk. 

Niyâzî Mısrî'nin "Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı
Ben beni terk eyledim bildim ki ağyâr kalmadı" dediği o yere ulaşmak ancak böyle bir yolda yürümeye cesaret göstermekle başlamıyor muydu! 


Tekamül, yani kemale ermek, olgunluk yoluna girmek kişinin herkesle barışık olmasıyla mümkün değil miydi!

Peki insan dünyada bu kadar kötülük varken nasıl dünya ile barışık olabilir. Sürekli kendi ile kavga ederken nasıl başkalarına kalbini açabilir? 

Elbette sevginin en saf hali olan şefkatle hayatını dönüştürür. Şefkat, insanı kendinin dışına taşır. 

Eğer insan büyük bir şefkatin sonucu değerli bulunup bu dünyaya yollanmışsa içini aydınlatacak, umutsuzluğun karanlığını yırtacak, onu narsist egosundan kurtarıp farkındalık katına yükseltecek duygu da elbette şefkattir. Bunu hissettiği anda sanki elektrik düğmesine basmış gibi içi aydınlanır. O ışık, kendine göstereceği şefkatle başlayıp çevresine de ulaşır. 

O yüzden her şey insanda bitiyor, tıpkı insanda başladığı gibi. Nasıl su sıcakken soğuk olamaz, soğukken de sıcak, insan öyle bir varlıktır ki, sevgi ile doluysa nefrete kalbinde yer yoktur. Sevgi hakimse içimize, nefret geride kalır ve sıcak su ile soğuk su karışınca nasıl dengeli bir ısıya ulaşırsa, insan kalbinde de nefret yerine üzülme ve acıma duyguları belirir.

"Kimse kıymet bilmiyor" diye yakınıyorsak bu bizim yeterli olgunluğa gelemediğimizin göstergesidir. 

Kıymetini bilen, bilecek olan seni var etmiş, bu dünyaya göndermiş. Gezegenin yüzünü karanlık yapan gece değil ki! Sorumluluklarını yerine getirmeyen bizler dünyayı yaşanmaz bir yere çeviriyoruz. 

Kalp yaralarının devası sevgide. Biz ancak merkezine şefkati koyup aydınlattığımız içimizin ışığını etrafa yayabiliriz. Aksi halde, sevgisizlikten acıyan canımızla başkalarını eleştirme yoluna gireriz. Bir başkasını kınarken yaptığımız, kendimizi temize çıkartacak mazeretler bulmak değil midir?

Dikkat edin, neyin mevzusunu yapıyorsak, gündemimiz neyse yaramız oradan kanıyordur.   

Kendinden başkasını sevgiye layık görmeyen hasta ruhlar, kalbindeki o tohumu yeşertemediklerinden çölleşen ruhlarında susuzluktan ölmeye mahkumdur. Keşke tek başlarına ölseler ve dünya, tekamülünü tamamlamamakta ısrar eden bir varlıktan temizlense ama sevgisizlik öyle bir cinnet hali ki, beraberindekileri yakıyor, ortaya çıkan gaz herkesi az çok zehirliyor. 

Ailelerde şefkati azalmış sevgiler var. Bu durum toplumu da zorluyor. Hepimiz hatalıyız, ama kimse ötekini affetmiyor ve sevgisizlik bir yangın gibi büyüyor. Her gün bir başka eve düşüyor ateş. 

Kutsal kitabımızda sevgi iki yerde geçiyormuş. Birinde Gafur birinde Rahim ile anılıyormuş. Bunu öğrenince inanıyorum diyen insanların nasıl da inandıklarından habersiz olduğunu fark ettim. Şefkatli bir sevgi ile affedici bir sevgi... 

Ve bizim içi boş egolarımızı besleyen, sadece iki insan arasındaki o tarifsiz heyecana ad yaptığımız sevgi.  

O kısa süreli ateşin küllerinden kıvılcım çıkartarak başka sevgilere fırsat bırakmayan, çoktan unuturdum ben seni çoktan, ah bu şarkıların gözü kör olsun dedirten sevgi... 

"Aslında ben öyle çok sevilmeye layıktım ama sen beni fark etmedin" diye inleyen nağmelerden başka nedir ki, kalbimizi ele geçiren o şarkılar. 

Sevginin en saf hali şefkat, affetmek ile anlam kazanıyorsa, önce kendimizi, sonra üstü tozlanmış ilişkilerde harcadığımız birbirimizi affederek sevmeye başlayalım. 

Yoksa, kötülerin ele geçirdiği bu dünyada, masum çocuklara, şiddete maruz kalan kadınlara, belki de güçlü olsunlar diye şefkat gösterilmeden büyütüldüklerinden içlerindeki sevgi ağacı bodur kalmış erkeklere yapılan haksızlıklar karşısındaki sessizliğimiz için hem onlardan hem de Hayatı sunandan hangi yüzle af dileyecek, biz iyi insandık, ama üzerimize bulaşan kirleri engelleyemedik diyeceğiz.  

 Nefretin dilinin bozuk bir çeşme gibi durmadan üzerimize aktığı günümüzde sevgi ile kalbimizi ve sonra elimizin uzandığı yerdeki kıymetlilerimizin yüreğini onarmalıyız. 

Yoksa sevgisizlikten öleceğiz.       
   

12 Ocak 2018 Cuma

GÖĞE BAKALIM...



Günlerdir yorucu olsa da, bana iyi gelen bir koşuşturmanın içindeydim. Öyle ki, bloga bile bir haftadır girmemiş, denetim bekleyen yorumları fark etmemişim. 

Bu günse evde olmanın keyfini çıkararak alarmsız uyandım. Canım neyi hangi zamanda yapmak istiyorsa öyle hareket ettim. 

Evde yalnız olduğum halde kendime özenerek bir kahvaltı hazırladım. Muhteşem bir hayatım varmış, her şey çok güzelmiş gibi yaptım. Bunda gündemle ilgilenmemek kararım da etkili oldu. Bir ara twitter'da yine can sıkıcı başlıklar gördüm, nefesim daraldı ama çabuk toparladım. 

Hemen telefonu elimden bırakıp biraz hareket ettim ki, mutluluk hormonu salgılansın. Sütlü kahve yapıp içtim, beraberinde kitap okudum. Akşama doğru da cam balkona çıkıp serin havayı iliklerime kadar hissetmek istedim. 

Ailemin evi, hala aynı yerde. Bu nedenle dışarı baktığım ger seferde çocukluğumun arka bahçesinde dolanıyorum. Küçükken Ankara asfaltından geçen araçları, üniversiteden çıkanları, mavi ve kara treni keyifle seyrettiğimiz pencereden şimdi metrodan inenleri izliyorum. 

Tabi artık çok şey değişti. Yeni yollar yapıldı. Hatta yükselen yola paralel evimiz de katını yükseltti. Ama hala karşıda yeşil bir üniversite kampüsü var. Ve sayısı, şeridi artan yollar... Gidenleri, dönemeyenleri, kalanları anımsatarak insanı hayali yolculuklarda gezdiren bu manzarayı da, yıllar sonra dönüp geldiğim evi de, yolculuklara çıkıp bilinmezliğe yürümeyi de seviyorum.   

İşte böyle akşam mesai sonu hareketliliğini görünce de hayalen bir yolculuğa çıktım. Ve yine kendimi orada buldum. Bu balkondan uzakları seyredip bir an önce uzaklara gitmeye özlem duyduğum günlerde. İşte o zamanlarda iyi bir arkadaşım vardı. Enerjimin düştüğü anlarda hemen fark eder, acil yardım çantasından çıkardığı ve dinlemekten hiç sıkılmadığım söylevlerine başlardı. Yine böyle bir gün gözlerimdeki hüzne dayanamayıp demişti ki:

"Çileyi bir kambur gibi sırtında taşımaya başladığın anlarda gözlerini, bilinçsiz bir karınca işçiliği ile hayatlarını ölüme taşıyan bedenlerin üzerindeki mavi gökyüzüne çevir ve o muhteşemliğe gülümse" 

O günden sonra göğe bakmaktan hiç vazgeçmedim. Bu akşam da, gün batımında göğün renk cümbüşünü izlerken bir anda başımı öne eğdim. Metrodan çıkıp aceleyle yürüyen insanları görünce dilime o cümlenin "Bilinçsiz bir karınca işçiliği ile hayatlarını ölüme taşıyan bedenler" kısmı takıldı. 

Koşuşturmalara feda ettiğimiz hayatımız her an bizi ölüme yaklaştırırken biz sadece otomatiğe bağlanmış şekilde gerekliliklere sıkışıp kalıyoruz. 

Karın doyurmak için çalışıp yorgunlukla televizyon karşısında ömür tüketmeyi, şimdilerde ellerimizdeki kelepçenin ekranından başka hayatları izleyip söylenmeyi yaşamak zannediyoruz. 

Ve bir gün neden geldiğimizi bile anlayamadan bu dünyadan çekip gidiyoruz.  

Belki bu ülkede yaşamak başka bir alternatif sunmuyor bize ama dönüp yaşamlarımıza bakmak, "Bana ne" diyerek başkalarının dedikosundan vazgeçmek, "Sana ne" diyerek hayatımızın direksiyonuna geçmek zorunda değil miyiz?

Sadece ayakta kalmak için koşmayalım...Yavaşlayalım,duralım, düşünelim: Ölüm var ve hepimiz ona koşuyoruz hatırlayalım. 

Kısacık bir hayat için hem kendimize hem de başkasına haksızlık yapmayalım.  

Adalet her şeyin yerli yerinde olması diye tanımlanır. Kendimize karşı acıtan bir dürüstlük sergileyelim ve geç olmadan hayatımıza çeki düzen verelim.

Hep sonradan gelir aklım başıma diye hayıflanmayalım. 

Çile, bir kambur gibi sırtımızda olsa da vakit varken göğe bakalım

5 Ocak 2018 Cuma

KÜÇÜK PRENS 2


Yeniden beraberiz.

Yakın zamanda yeniden animasyon olarak filmi de çekilen Küçük Prens’i hala okumadıysanız/seyretmediyseniz daha fazla vakit kaybetmeyin derim. 

Filmi, kitabın hikayesini hikaye edecek şekilde kurgulanmış, çocuklara da hitap etmesi için kitapta yer alan bir çok görüş ve düşünceye yer verilmemiş.Üzerine felsefesine dair kitaplar yazılan bu eser, yazarının az sayıda romanından sadece biri. Mutlaka büyüklerce okunup irdelenmesi, hayatlarımızla kesişen noktalarının tespiti yapılması gereken bir kitap. Tüm insanları ilgilendiren konulara değinen boyutuyla da güncelliğini her zaman koruyacak bir eser.  

Kitabın orta yerinden girdiğimiz yazıda başa dönersek; kitap beni etkisi altına aldığı satırlara “Büyüklere bir şeyi açıklamazsanız olmaz“ diyerek başlıyor. 

Bir insana bir şeyleri açıklamanın faydası var mıdır ki? Hep birilerine bir şey açıklarken yakalıyorum  kendimi. Sonra neden diyorum ben anlatmadan, açıklamadan beni anlayan biriyle karşılaşmıyorum.

"Büyükler hiçbir şeyi tek başlarına anlayamıyorlar, onlara sürekli açıklamalar yapmak da çocuklar için çok sıkıcı oluyor doğrusu” diyen yazar bana aslında hiç büyümemiş bir çocuk olduğumu mu anımsatıyor?  

Çok yakından  tanıdım onları yine de ilk görüşlerim pek değişmedi “ diye ekleyince benim de diyorum, benim de. 

Zaten bir insanı sevip sevmeyeceğimize biz değil beyin reseptörleri karar veriyormuş; doksan saniye içinde koku uyuşması oldu oldu, olmadı olmuyormuş. Nadiren kendi kokusunu gizlediğinden karar veremediklerimiz olsa da genelde bir insanla ilk tanıştığımız andaki görüşlerimiz değişmiyormuş.

Kitap devam ediyor: “Resmimi anlayamayan büyüklere göstermekten vazgeçtim zamanla…Onların düzeyine iniyordum. Briç, diyordum, golf, politika, kravat mıravat. Onlar da böyle aklı başında biriyle tanıştıkları için seviniyorlardı… 

Aaaaa tıpkı ben, içimde hala yaşayan çocuğa inat, küçüklüğümden beri hep büyüklerin içinde, büyüklerin meselelerine kafa yorarak geçti ömrüm. Ne kazandım? Ne kadar olgun bir kız, büyümüş de küçülmüş dedi herkes! Sanki büyümek marifetti, büyürken yitirdiklerimizi arıyorduk aslında bir ömür boyu.

Yazar kitapta, işte böyle uçağım büyük çöl üzerinde kazaya uğrayana kadar, içimi dökecek gerçek bir dostum olmadan yapayalnız yaşadım.“ diyor ve ekliyor “Okyanusun ortasında sal üstünde kalmış  bir gemiciden daha yalnızdım”

Bu satırlarla, daha kitabın başında yazar Küçük Prensle tanışıp dertleşecek bir dost bulmanın heyecanındayken benim içime derin bir hüzün çökmüştü. Ben küçük prensimi ne zaman bulacaktım ? 

Yapayalnız olduğum bu dünyada bir gün ben de fil yutmuş boğa yılanı resmimi anlayacak birine rastlayacak mıydım? Yoksa içimin bir yerlerinde katlanmış hortum, düğümü çözülmediğinden patlayacak mıydı? Ya içimin coşkun suyu nasıl nereye akacak yeryüzünde? 


Suyun önünden aynı düzlemde gidecek çok yolun olması nasıl suyun etkisini azaltır ve basit ince bir akışla denize varmadan kurumasını sağlar, işte öylesi bir çokluğun içinde kaybolmuş durumda zihnim. Tek bir yere kanalize olmalı  ve galiba suyumun önüne set çekip baraj kurmalıyım ki, hem kuraklık zamanlarında kullanılabilecek suyum olsun hem de birikerek içimin gücünü toplamalıyım. 

Ama Ahmet Arif çeliyor aklımı “Gel beraber alalım nefesimizi sevdiğim, sensiz boğazımdan geçmiyor” deyince baraj falan kurmaktan vazgeçip gönlümün akışına bırakayım hayatı diyorum.

Aslında her şey insanın kendisinde gizli, hayatımızdaki her şeyin farkını kendi bakış açımız veriyor. Bir gün Şemse sormuşlar, aşık olmakla sevmek arasındaki fark nedir diye. "Senin baktığına herkes bakar ama senin onda görebildiğini herkes göremez. Herkes aşık olabilir ama kimse senin gibi sevemez. Tek fark sensin, seni özel kılan sevdiğin değil sevgin” diye cevaplamış. Evcilleştirdiğimiz ve çok sevdiğimiz dostlarımız bazen yadırganır ya çevremizde ama işte buradaki ayrıntı onun bizim tetrisimizin eksik parçası olmasıdır ve bunu sadece biz hissederiz.

Ama işte hayat bir oyundur ve leveller sürekli değişir, gelen parçalar, giden parçalar, bizden götürdükleri, giderken bıraktıkları ile hepimizin yeni aşamalara geçerken ayrı ayrı hasar tespit çalışmaları yapması gerekir ki, gücümüzü kaybetmeden ilerleyelim.

Şimdi acının ormanından geçiyorsun
Her şey bir daha kanasa da
Ne geçtiğin yola ne de sana dokunabilirim ben
Geç meleğim senin de şarkların olsun
İçindeki teli titreten”   (Birhan Keskin)

Tilkinin dediği gibi giderken acı bıraksa da evcilleştirdiklerimiz başak tarlaları meselesi kârımızdır. O anılara tutunarak sarılırız yine hayata.^Şiir okur, yaramıza eş yaraları olan şairlerle sarmaş dolaş oluruz satırlarda. Küçük Prens’i şair duyarlılığıyla dilimize çeviren Cemal Süreya’ya kulak veririz misal:

Seni soruyorlar; öldü mü diyeyim yoksa dönecek mi?
İkisi de imkansız değil mi?
Çünkü biliyorum asla geri dönmezsin 
Ve biliyorum sen benim için asla ölmezsin”

Hani derler ya, şu iflas etmiş dünyada en geçerli para birimi kendin gibi bir insanla paylaştığın duygulardır diye, ama hayat durağan değil. Bizler de, tıpkı hayatımız gibi değişiyoruz zamanın kucağında. İstemesek de gönlümüze düşen insanlarla yollarımız ayrılıyor. Nasıl yaman bir çelişkiyse, güzel günlere ve güzel insanlara duyulan özlem bu günümüze keder verirken, kurtulduğumuz olaylar ve kişileri anımsadığımızda içimiz sevinçle doluyor. 

Demek ki; hiçbir şey göründüğü gibi değil, hiçbir his, bir daha aynı duyguyu vermiyor ve yine bunları anlamlandıran kendimiz oluyoruz. 


Şair Hüseyin Atlansoy “Herkesin ama herkesin ince örülü bir kaderi ve giydiği kazaklara bile sinmiş bir kederi vardır” dediği gibi hepimizin yolu, acısı, kazandıkları kaybettikleri, özledikleri farklı. 


Ve yine Didem Madak tercüman olmuş halime; “Az sevme bilmiyorum ben, çok sevdiğimdendir çok incinmem”




Küçük Prens onu evcilleştirdiği gülünü korumak için elinden geleni yapıyor ve her gün temizlemezse başta gül fidanlarından ayrılmayan cazip bitki baobların büyük ağaçlara dönüşüp gezegeni ele geçireceğinden bahsediyor. 

Bu, girdiği bahçeyi kurutan zararlı bitki baoblar bana insanın yaptığı kötülüklere alışması gibi geldi. Hani bir kereden bir şey olmaz deyip yaptıklarımız var ya, her şey bir kereden olur aslında. Bir kere düştüysek hataya hemen onu telafi etmezsek yenileri sarar ve biz anlamadan istila eder gönül bahçemizi.


Onun için Küçük Prensin her gün aynı enerjiyle baobları temizlemesi boşuna değil. Aslında kolay bir iş ama çok dikkat gerektirir derken dün yapılan temizliğin dünde kaldığını hatırlatıyor. 


Ertesi sabah yeniden başlayacak yaşam mücadelesi ile bizler tıpkı kendi gezegenimizin Küçük Prensleri olarak yanar dağımızı yakacak, baobları temizleyecek, evcilleştirdiğimiz gülümüze bakacak, onu sevip sulayacak, yağmurdan rüzgardan koruyacağız ki, diğer güllerden farklı olduğunu hissetsin ve boy atıp serpildigi gönül bahçesini terk etmesin. Onunla birlikte nice gün batımlarını izleyebilelim. 


Ne zaman biteceği belli olmayan hayatımızın gün batımına doğru ilerlerken evcilleştirdiğimiz/ bizi evcilleştiren sevdiklerimizle beraber olalım.

Bir husus daha var: Küçük Prens dünyaya yaptığı yolculuğuna gülünün kaprislerinden bıktığı için başlıyor, gezegeninden ayrılıyordu ama ondan ayrılmasının ona dönüşünün ilk adımı olduğunu bilmiyordu. Bir bahçe dolusu gülü gördüğünde eşsiz sandığı gülünden çok sayıda olduğunu fark ettiğinde duvara tosluyordu. Ama sonra benimle dost ol, beni evcilleştir diyen tilki sayesinde gülünün eşsiz olduğunu anlayıp onu ne kadar özlediğini fark ediyordu. Sonrasında bin bir çeşit insanla karşılaşıyor ama sürekli olarak gezegenine dönmenin yolunu arıyordu.Çünkü sevdiği, gülü oradaydı ve gülünü önemli kılanın uğrunda harcadığı zaman olduğunu anlıyordu.  

Sanırım büyümenin değil, büyürken unuttuklarımızın sorun olduğunu anladığımızda, içimizdeki Küçük Prenslere ve prenseslere yaşama şansı verdiğimizde, gerçeğin mayasının gözle görülmediğini fark edeceğiz.

"Bir yerlerde bir kuyunun saklı oluşudur çölü güzel kılan" diyen Küçük Prens gibi düşünelim: Bir zaman evcilleştirdiğimiz, emek verdiğimiz ama sonra ihmal ettiğimiz sevdiklerimizin çölleşen gönüllerinde hayat veren su kuyularını arayalım. Belki yitirdiğimizi sandığımız bir vahaya rastlar ve susuzluğumuzun yanında yoksunluklarımızı da gideririz.

Son sözü yine kitaptan bir alıntıya bırakalım:


Sizin dünyada insanlar dedi Küçük Prens, bir bahçede beş bin gül yetiştiriyorlar, yine de aradıklarını bulamıyorlar. Oysa aradıkları tek bir gülde, bir damla suda bulunabilir. Ama gözler kördür. İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman gerçeği görebilir.