13 Temmuz 2018 Cuma

AŞK İLE BİR DAHA...



Aşık olmak, bu dünyada bir insanın başına gelebilecek en güzel olaylardan biridir.  
Hayatı bambaşka gösteren, insanı, içinin karanlıklarından çıkarıp ışığın, aydınlığın, güzelliğin olduğuna inandıran, tarifi kelimelerle imkansız bir kavramdır aşk.

Öyle ki, ancak içinden geçmişlerin anlayabileceği bu soyut olgunun aslında büyük bir devrim olduğunu kabul etmek gerek.

Devrimler, eski olan her şey yıkılarak yapılır. Bir gecede sahip olduğun her şeyi kaybedecek olmak devrimin gönüllerde kabulünü zor hale getirir. Kötü ya da eksik olan bir şeyi değiştirirken yanında bir sürü güzellikten, rahatlıktan, alışkanlıktan vazgeçmen gerekir.

Tıpkı yeni doğmuş bir bebek gibi her şeyi adım adım öğrenmek insanı konfor alanından çıkaracağından böyle bir yola girmek zordur. Dilini bilmediğin bir insanın hayatına girmesi ile yeni ve ortak bir dil geliştirmek, el ele tutuşup yürümeyi öğrenmek için çaba gerekir.

Aşkın bu dikenli yolunda yürümeye cesaret edenlere ise iç dünyalarında bir gül bahçesi vaat edilmiştir.

Burası öyle bir cennettir ki, dışarıda onları bekleyen zorlukları, itirazları, yıkımları, yeniden ayağa kalkmanın yoruculuğunu sıcak bir gülüş, tatlı bir sözle silecek güce sahiptir.

Aşıklar, dışarıdaki fırtınaları kırılmaz bir camın ardından yüzlerinde müstehzi bir gülüşle el ele izler ve ne olsa onlara dokunmayacağını düşündükleri bir dünyanın zevklerine kendilerini bırakırlar.    

Ama bu dünyanın değişmez bir kuralı vardır: Burası başka bir dünyanın demosu olduğundan her şey geçici, her zevk kısacıktır. Aslında kötü günler de, iyilerle eşit olarak verilmiş imkanlardır ve insanlar arasında döndürülür. Herkes güzel günler görür, çabuk geçtiğine üzülür. Zor zamanlardan da geçer. İnsan bu vakitte kazandıkları ile daha güzel günlere yürür.

Ama aşk diğer güzelliklerden başkadır. Çünkü aşk bu dünyanın yaratılış sebebidir. Onunla tanışıp neden bu aleme bırakıldığımızı fark etmemiz istenir.

Bu koca çölde yalnızlıklarımızdan sıyrılıp kendimizden vazgeçerek bir gönle akıp akamayacağımızı görmek isteyen Yaradan bizi bir çok yoldan geçirir.  

Hayat senaryomuza yazılmış bir aşk, gerçek bir şanstır. Ama aynı zamanda büyük de birbelayı ardında saklar. İçine düşülen aşk bizi gerçek sevgiye, Yaradan’a götüren bir yol olacak mıdır, yoksa gönlümüz bir yolcu olduğunu unutup uğradığımız bu istasyonda bizim gibi yolcu olan bir fanide kalacak mıdır? Buna bakılır.

Ve ne zaman büyük bir aşkla iki kişi bir araya gelse, bu ateşin büyüklüğü ölçüsünde yangınlar çıkacak, kendileri ile beraber çevreleri de sınava tabi tutulacağı kesindir.

Çünkü yer çekimi kadar gerçek olan bir kanun daha vardır: Birbirine hayat olan o iki kişi arasına ne zaman bu dünyadan hiçbir şey giremez olursa oraya kısa zaman sonra ölüm meleği uğrar ki, sevdiği kul, dinlencelikte takılıp kalmasın, gönül evini sahibine açsın. Ama bu öyle uzun ve meşakkatli bir yolculuktur ki, aşka düşen kaç kişi yolun sonuna varabilir bilinmez. 

Bana bu satırları yazdıran sosyal medyada rastladığım bir veda yazısı oldu. Tüylerim diken diken olarak okuduğum satırlar yüreğimi deldi geçti. Onun için büyük bir aşkın taşıyıcısı olan yazar Şermin Yaşar’ın son postunu buraya aynen almak istedim. Birkaç gün önce eşini kaybeden acılı yürek şu satırları kaleme almış:

 Taziye için gelen pek çok kişi “sözün bittiği yerdeyiz” dedi. İnsan ne diyeceğini bilemiyor evet, ama benim için belki de sözün başladığı yerdeyiz.


Evlenirken bana, yabancı bir adamı eve nasıl sokarsın dediler. Oysa Nedim, çocukların kapıdan içeri girince üstüne atladığı, gece masallar okuduğu, yıkadığı, uyuttuğu, candan sarıldığı Nedim Babaları olmuştu. Biz evlendiğimizden beri o her gece çocuklarla uyudu, tepelerine dikilip “yav siz beni unuttunuz mu?” dediğimde kollarını açtılar gülerek, e hadi bari sen de gel, dediler. Bana öğretti ki üvey baba/üvey anne diye bir şey yok; insan var, insan olamayan var.


Biz evlenirken bana aranızda çok yaş farkı var, o erken ölecek dediler. Haklıymışlar, ama ölüm bana da gelebilirdi. O kadar sevdim, o kadar sevildim ki bir buçuk yılda, on ömrün sevgisine bedel...

Ben kararımı alırken başkasıyla sevgisiz ama zoraki evli, elli yıl geçireceğime seninle on yıl geçiririm, demiştim. Aşkın var olduğunu biliyordum ama bu kadar güzelini görmemiştim. Bana öğretti ki her yaşta aşk var, olan var, olamayan var.

Tanıştığımızda “ben çok mutsuzum, sebepsiz, sanki senin yanında iyileşiyorum” dedi. İyileşti. Gördüm. Etrafımızdakiler gördü. Çok güldü, çok sevdim, etrafında dört döndüm, şımarttım, sevgimi sonuna kadar gösterdim. Geçen hafta bir fotoğrafını çektim, çok tatlı çıktın diye uzattım. “Biliyor musun, gamzem olduğunu seninle öğrendim, demek önceden hiç böyle gülmüyormuşum”, dedi. Bana öğretti ki, hayat kara sularda seyrederken dümen kırabiliyor. Ben onun için o dümeni kırdım, son yılını açık, ferah, güneşli, aşk dolu bir denizde geçirdi. Fakat yolculuk bu kadarmış. Bana da ona yoldaşlık etmek yazılmış.

Beni her gece “Nasıl yazıyorsun anlamıyorum ama, ne olur hep yaz,” diye oturtturdu masaya, karşıdan izlerdi. “Ya sen bakarken nasıl yazayım” dedim hep gülerek, “E canım sen de gözümün önünde yaz, özlüyorum” dedi. Hep yazacağım Nedim, hep. Gözünün önündeyim biliyorum, sen de öyle. Sen hep “ne kadar duygusal olduğunu bilmesem bu kadın taştan diyeceğim, nasıl baş ediyorsun her şeyle” derdin. Taştan değilim, taş olsam dün orta yerimden çatlar, paramparça olurdum. Ama baş edeceğim. Aşkın da benim içindi, acın da yokluğun da benim için...”

Yazara başsağlığı ve sabır dilerken, aşkını ölüm meleğine teslim ettikten sonra hayata tutunmaya çalışan rahmetli babaannemi hatırladım. On altı yaşındayken aşık olduğu adamla evlenen şanslı bir kadın babaannem. Onunla geçen 8 yıllık kısa evliliğinde üç çocuğuna baba olan adamı ömrünün sonuna kadar unutmayan aşık bir kadın. Aşkını yitirdikten altı ay sonra, babasının ayrılığına dayanamayan 7 yaşındaki kızını da toprağa verdiğinden güçlü olmak zorunda kalan bir kadın. 33 yaşında kalp krizi geçirip vefat eden ilk kocasının ölüm haberi geldiğinde sonradan en sevdiği evladı olacak amcama hamile olduğunu öğrenen, o üzüntü ile karnındaki çocuktan kurtulmak için her yolu deneyen çaresiz bir kadın. Ama sonra kısa sürede çocukları için kendini toplayıp yeni bebeğine Çanakkale’de şehit düştüğü için hiç görmediği kendi babası ve onun adaşı olan aşkının ismini veren genç bir kadın.

Güzelliği ile parmakla gösterildiğinden ailesi tarafından yalnız yaşaması uygun görülmeyen ve bir an önce baş göz edilmeye çalışılan babaannem, aşkını kaybettikten üç yıl sonra uzak akrabalarından ona aşık bir adamla tekrar evlenmiş. 

Ben aşık olduğu karısından sekiz yaş küçük o genç adamın torunuyum. Ömrünün sonuna kadar, adını taşıdığım babaanneme aşkla bağlı kalan, onunla elli yıl geçirdikten sonra ardından gözyaşı dinmediğinden kalbi 28. gün durup sevdiğinin yanına gömülen bir adamdı dedem.

Ama ilk kocasına aşık bu kadının aşkına hiçbir zaman ulaşamayan acılı adam, onun gözüne girmek için tek evladı babama, üvey çocuğu gibi davranıp, karısının diğer çocuklarına gerçek bir baba olmayı seçse de amacına ulaşamamıştı.

Çünkü, sevgi emek olsa da aşk bambaşkaydı. İstendiğinde elde edilebilen bir şey değildi aşk, bir ikramiye gibi başına talih kuşunun konması ile elde edilen bir şanstı. İkramiye diye bakınca da, yine aşkın gizli kanunun işlediği görülür, kendisine büyük piyango çıkan herkes de, nasıl bir döngüye giriyorsa kısa sürede hem zirveyi hem dibi görür.

Dedem de, evinde eşinden sevgi saygı bulsa da, talip olduğu aşkı sevdiği kadının gözlerinde hiç göremeyince bu aşksızlığın öfkesini hareketlerine yansıtmış olmalı. Onu aceleci, fedakar, fevri, her şeyi kontrol altında tutmaya çalıştığından hep dert edecek bir şeyler bulan endişeli bir insan olarak hatırlıyorum.

Babaannemin ise, ilk kocası tarafından sesin hiç yükselmediği, sakin bir ortamda evliliği tanımış, aşkla beslenen gönlü hiç kırılmamış biri olarak devamlı panik halinde, çabuk sönse de, çabuk parlayan öfkesi ile sürekli bağırıp çağıran dedeme alışması hiç kolay olmamıştır diye düşünüyorum.

Aslında ikisi de, kesişmeyen aşkın, yani aşksızlığın gizli öfkesini hep yedeklerinde taşımış ve galiba bunun acısını en yakınlarından, babamdan çıkarmış. Sevgiden mahrum olduğundan dikkat çekmek için haylaz bir çocuk olmayı seçen babamdan, birbirlerine “Senin oğlun”, diyerek bahsetmişler hep. Hani övündüğümüz, sevdiğimiz şeyleri sahiplenir, çocuklarımızın başarılarında “Benim oğlum/kızım” deriz ya, işte anne babasının tek evladı olan babam ne kadar başarılı olsa da, o sahiplenmeyi hiç görmediğinden sevilmediği kabulü ile büyümüş. Bu nedenle olsa gerek aşka gönlü kapalı, aşırı mantıklı bir insan olmuş.

Sonrasında babaannem de, her iş başına düşüp hayat yolunda güçlü durmayı öğrenince kimseye insiyatif bırakmamayı seçmiş ve babam için kız bulma çalışmalarına girişmiş. Güzellik ilk kriteri olan kadın, kendisine layık bir gelin aramış ve kendinden güzelini annemde bulup oğluyla evlendirerek babamı aşka düşme derdinden/güzelliğinden kurtarmış.

Çocuklukta yüzü gülmeyen babam, yine de şanslı imiş ki, uyumlu karakteri ile onu sakinleştirmeyi beceren, sevgisini göstermekte çekingen olsa da eşini seven, kendisi gibi mantığı güçlü bir kadınla, annemle evlenmiş.

Aşkın yıkıcılığının gölgesinde büyüdüklerinden olsa gerek aşk evliliğine karşı olan, mantığa oturmayan hiçbir ilişkiyi kabul etmeyen anne ve babam bizi de aynı mantıkla büyütmüş.

Ama, insan yedi göbek sülalesinin enerjisinden genetik miraslar alır derler ya, hatta o enerji alanlarını düzeltmez, geçmişten getirdiği yükleri temizlemezse benzer trajediler, benzer süreçlerle karşılaşacağı söylenir ya, onun için olumsuzu duyarak büyüdüğü şeylerden korkar insan.  İşte benim zihnimde, bir karma olarak ortaya çıkan durum hepsinden zor.

İçinde her zaman her şeyi yoğun duygularla yaşayıp kararlarımı delikleri çok sık bir mantık süzgecinden geçirdikten sonra veren biri olarak, aşk ve ardından gelecek felaketler mi, yoksa aşksızlıkla ama istikrarla yaşanan sıradan hayatlar mı iyidir karar verememişimdir. 

Bu kararsızlıkta anne babamın hayata son derece mekanik yaklaşımlarıyla, karşılıksız aşkın mağduru duygusal bir dedenin ve tabi aşık olduğu adamı kaybeden ama aşkı yüreğinde tazeliğini ölene kadar koruyan babaannemin genetik katkılarının etkisi olduğunu düşünüyorum.   

Ancak her zaman yedeğimde ölüm meleğinin üzerinde kanat çırptığı karşılıklı aşkın korkusu da olduğundan mantıkla, sevgi ile istikrarla hayat yolculuğuna devam edilmesi gerektiği kanaatine varıyorum.

Ama Şermin Yaşar’ın “O kadar sevdim, o kadar sevildim ki bir buçuk yılda, on ömrün sevgisine bedel... Ben kararımı alırken başkasıyla sevgisiz ama zoraki evli, elli yıl geçireceğime seninle on yıl geçiririm, demiştim. Aşkın var olduğunu biliyordum ama bu kadar güzelini görmemiştim. Bana öğretti ki her yaşta aşk var, olan var, olamayan var.” dediği satırları okuyunca aşkın hayalden gerçeğe dönebilen bir olgu, sürprizlerle dolu yemyeşil bir yağmur ormanı olduğunu düşündüm. Mantıkla kurulmuş evliliklerin de üzeri naylonla örtülü seralar gibi sakin, korunaklı bir ürün yetiştirme sahası.    

Bu noktada da, Dostoyevski'nin şu sözünü hatırladım: Ne yaparsan yap, pişman öleceksin.             


Aşkın yükünü kaldıracak gücü olanlara aşkla dolu dolu geçecek unutulmaz zamanlar, tercihini sevgiden, emekten yana kullananlara da, seralarında iyi çalışmalar dilerim.   

Not: Yazı kelimelere bağlanmış unutulmaz şarkılarla zenginleştirilmiştir. Okuduktan sonra tıklamayı unutmayınız.      


5 Haziran 2018 Salı

AHLAT AĞACI


Bugün, birkaç yıldır kendimce haklı gerekçelerle ertelediğim bir arzumu, arkadaşlarımdan üst üste aldığım iyi haberlerin şerefine yerine getirdim.

Yaşadığım şehirde, en büyük şansım olan arkadaşımı da alıp sinemaya gittim. Sabahın ilk seansı olduğundan mı bilinmez salonda sadece ikimiz vardık.

Tabi ki, Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı’nı görmek için yola çıkmıştık.

Büyük ustanın her filminin bende yeri ayrıdır. Özellikle “Bir zamanlar Anadolu’da” ve “Kış Uykusu” hayatımın önemli değişim zamanlarına denk gelmiş, o yol ayrımlarında bana iç sesimi dinlemem gerektiğini hatırlatmıştır. 

Bu nedenle sinemaya giderken bu yeni filmin de, kördüğüme dönen hayatım için bir çözüm sunacağına dair umut doluydum.  

Dram filmlerini de sevdiğimden son sahnesine kadar ilgi ile izledim. Acı acı güldüğüm de oldu, izlediklerimin zihnimde açtığı anı pencerelerinden bakınıp gülümsediğim de. Ama içimin böyle karışık olduğu bir zamanda filmin sonunda umudu diri tutacak bir son olmasa idi kör kuyularda merdivensiz kalabilirdim. Neyse ki, bu filmin sonunda da, içimde bir ışık belirdi.

Ama film boyunca, kahramanların çaresizliğini, çıkmaz sokaklarının karanlığını, hayatın üst başlığının istisnasız herkes için hayal kırıklığı olduğunu iliklerime kadar hissettim.

Hepimiz, tıpkı filmdeki kahramanlar gibi, kendi kuyumuzun karanlığında saklanıyor, etrafı yeşertecek o suyun çıkması için bir zaman çaba sarf ediyor, umutla beklerken sararan otları görünce hayatın elimizden kayıp gittiğini fark ediyoruz.  Bu gerçekle yüzleşmeye başladığımızda da, “Her şey için çok geç” cümlesi ömrümüzün yakalarından tutuyor, gözümüzden belli belirsiz akan yaşlarla beraber sarsılıyoruz.

Ben şehirde büyüyen bir çocuk olarak pek de görmediğim Ahlat Ağacını ilk kez Didem Madak’ın Ahlar Ağacı adlı bence benzersiz acılar manzumesinde duymuş, şiire vurulmuştum. 

Sık sık mırıldandığım bu mısralar  ile filmin bana geçen duygusu paralel olunca bu konu üzerine düşünmeye başladım.

Hani Yusuf Atılgan’ın, “Aylak Adam” adlı eserinde kahramanın dilinden sinemadan çıkan insanı anlattığı satırlar vardır:

“İki saat sonra kalabalığın içinde, sinemadan dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi, düşünüyordu;” Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar…  Eve gidip okusam. Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birlikte çıksınlar. Kafasından geçenlere güldü…”  diye tarif ettiği sinemadan çıkan adamım ölmeden bir şeyler yazmak istedim ve o şiire tutundum:

“Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım Tanrı’nın eliydi.
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.
Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,
Çok şey görmüşüm gibi,
Ve çok şey geçmiş gibi başımdan,
Ah...dedim sonra
Ah!”

Derken gözlerimden yaşlar süzüldü, yüzüme yerleşen hüzünlü bir gülümseme ile şiire devam ettim:

“Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya:
Olanlar oldu Tanrım
Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!” 

Bu şiiri her okuduğumda derin bir hüzün çöker üzerime. Aynı hüznü film boyunca da, hatta sonrasında uzun saatler boyu da hissettim. Kahramanlar, hayata karşı duruşları, kaçışları tek tek gözümün önünden geçti. Entellektüel birikiminin onu yalnızlaştırdığını düşünen Sinan'ın, kitap basabilmek için sponsor arayışları içimi acıttı. Zamanında kaptığı köşenin, yaptığı ismin ekmeğini yiyen yazarları temsilen filmde yer alan karakterle girdiği diyalog da can yakıcıydı. 

Ne taşraya, ne şehre, ne entellektüel çevreye dahil olamayan filmin kahramanı, çeşitli dertlerle boğuşan ailesinin yanına dönse de yeryüzünde bir başınaymış hissinden kurtulamadı. Hiçbir yere ait olamamak hissinin kişiliğinde meydana getirdiği parçalanma ile kendini ahlat ağacı ile özdeşleştiren genç yazar aynı isimli kitabını evdeki değerli eşyaları satarak bastırdı. Tabi arkasında herhangi bir yayınevi, reklam ve medya desteği olmadığından kitap hiç satmadı. Sinan yine yalnızlığın karanlık sularında kulaç attı.

Sonra babası “Vaktinde firar, zaferdir” dediğinde mısraların arasında dolaşmaya devam eden zihnim, şiire sarıldı:

“Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Kapının arkasında yokum demiştim
Ve divanin altında da.
Bulamazsınız ki artık beni,
Hayatın ortasında.
Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Beni kimse bulamazdı
Tanrı’
nın arkasına saklansam.
O Kocamandı, en kocamandı o.
Bir kız çocuğunun hayalleri kadar.

Bir zamanlar kendimi
Bulunmaz Hint kumaşı sanmıştım.
Kaç metredir benim yokluğum?
Benden daha çok var sanmıştım.
Benim yokluğumdan dünyaya
Bir elbise çıkar sanmıştım.
Dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan
Sonunda ben de alıştım.
Ah...dedim sonra,
Ah!

Güzin Ablası kitaplar olan bir kızdım,
İçim sıkılmasa o kadar
Tek bir satir bile okumazdım.”  diye devam edince çocukluğumun bahçelerinde dolaşıp şairle olan ruhdaşlığıma şaşırdım.

Yönetmenin bir röportajında  “Ahlat ağacı yalnız, garip, sahipsiz bir ağaçtır. Öksüz bir çocuk gibi öyle kendiliğinden biter bir yerlerde. Çorak yamaçlarda, taşlı tepelerde bile dünyaya gelse, tutunur hayata kene gibi, bırakmaz, kimsesiz bir sokak çocuğu gibi ekmeğini taştan çıkarmasını bilir... Ahlat gerçekten de yamuk yumuk, şekilsiz, her an kavgaya tutuşuverecek gibi sinirli bir hali olan kara kuru bir ağaçtır.” dediğini okuyunca filmdeki karakterlerin ortak noktası olan ağacın metafor olarak imgesel gücünü hissettim.

Film boyunca kahramanlar Ahlat Ağacı’nın yanına gittiğinde ben de uzaklara daldım. 
“İç ses, diye söylendim
Ve ah dedim sonra,
Böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim.

Dallarına salıncak kurardı çocuklar,
Hızlı yaşanan bir hayatin şarkılarıydı salıncaklar.
Meyveleri tatsızdı
Eski bir lanetten dolayı
Herkes dişlerdi acı meyvelerini,
Ve herkes söverdi ona.
İsmini yazardı herkes onun bağrına,
Ah derdi o. Ah!” dedim ben de, akşam boyunca. 

Tekrar filme dönecek olursak, bir şekilde bizim de dahil olduğumuz Ortadoğu toplumlarında sıkça karşılaşılan  babaların sevgisini evlatlarına gösterememesi sonucunda yalnız, saygısız, sevgisiz kişilerin arttığı, bu hatayı fark etse de her bireyin zamanla bu arızayı nesilden nesile aktardıkları da çok net bir şekilde ortaya konmuştu. 

Filmin sonunda, aynı eğitime sahip olduğu oğluyla bir türlü diyalog kurmayı başarmayan öğretmen babanın, emekli olduktan sonra, o sıralar askerden yeni gelen oğluna “İnsan biraz zaman içinde süzülmeli” diyerek zeytin dalı uzattığını görünce sevindim. 

Bu sahnenin, bize, yaşarken kayıp sandığımız vaktin aslında kalitemizi arttıran bir demlenme süreci olduğunu fark ettirebileceğini düşündüm. 
  
“Bıçağın ucundaydı insanların hafızası
İnsan unutandır
ve insan unutulmaya mahkum olandır.
’" diye bizi gerçeklerle yüzleştiren şairin dizlerinde her unutuşun aslında temiz bir sayfa açmak için umut da olabileceğini hissettim. 
Şiir,
“Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının Tanrım,
Ulaşılamazdı,
Sen sarılmak istesen ona,
O sana sarılmazdı.
Ne çok dikenin vardı Tanrım!
Ne çok isterdim,
Sana sarılamazdım.
Ve şöyle derdim o zaman:
Ah!”  diye devam ederken taşranın boğucu havasında kalben idrak edemediği, hayatına hayat kılamadığı bir dini, meslek olarak icra eden ama elinden ve dilinden emin olunmayan insanların virüs gibi toplumu sardığını, farklı bir bakış açısı getirerek güncel sorunlara çözümler arayan din görevlilerine bile bu basmakalıp zihniyet tarafından fırsat verilmediğini, çok güzel bir şekilde perdeye aktaran Yönetmenin gözlem gücü, sezgiselliği, ve oyuncu yönetimine şapka çıkardım.

Vicdanın o berrak sesine kulak tıkayanların dini ritüelleri yerine getirirken bunu sadece taklit üzere yaptıklarından, evladından, uzak çevresine kadar kimsenin üzerinde etkili bir sonuç doğurmadığını da film izlerken fark ettim.

Nedenleri ve nasılları ile derinleştirilmemiş din ve ahlak anlayışının etkin sonuç doğurmadığını, görünüşte mensup olduğu dinin gereklerini yerine getiriyor gözüken kişilerin de  toplumun her kesiminde yaygınlaşan ahlaksızlıkla muzdarip olduklarını, böylece çürümenin başladığını düşündüm.

Hatta bu insanların ahlat ağacının dikenleri gibi olduğunu Yaradan’ını arayan ruhlara batarak canlarının acısı ile oradan uzaklaşmalarına sebep olduklarından zararlarının büyüklüğünü fark ettim.  

“Herkesin birbirine görünmez iplerle bağlı” olduğu gerçeğini haykıran filmin bu gün yaşadığımız bir çok sıkıntının kaynağında kötülerin, sahtekarlığı yaşam şekli belirlemiş her yaş ve her meslekten etik yoksunu insanın ipiyle dokunan kumaşın kalitesini nasıl bozduğunu anladım. Defolu kısımlar yüzünden metrelerce sağlam kumaşın yok pahasına pazarlarda satıldığını hatırladım.

Okulunu bitirip iş bulamadığı için ailesinin yanına, nefes alamadığı o taşradaki beldeye dönen gencin “Dar görüşlü, bezelye taneleri gibi birbirine benzeyen insanların yaşadığı bu yeri diktatör olsam haritadan silerim” dediği sahnede kahramana hak verdim.     

“İnsan neden en yakınında duran hayatı yaşamak zorunda ki!” diyen ve uzakların hayalini kuran genç kızın köyün çeşmesine kadar gelebildiği filmde gizli kapaklı işler çevirmekten geri kalmadığını görünce insanın dışarıdan gelen baskıya isyan edeceğini hatırladım. Her konuda etik değerlere sahip bireyler olmak için, iç kontrol mekanizmasının geliştirilmesi ve sık sık güncellenmesi gerektiğini düşündüm.

Şiire devam ederken zihnimden resmi geçit yapan düşünceleri hizaya sokmaya çalıştım:

“Ahlat ahların ağacıydı,
Yaşlanmaya başlayanların,
İtiraf edilememiş aşkların,
Evde kalmış kızların.
Ahlat ahların ağacıydı,
Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse,
Öyleydi iste.”

İnsanın, yaşlandıkça tepkisizleşmesinin bir çeşit kaderine isyan olduğunu düşünürüm. Kalben kabul edemediği gidişata engel olamayınca diliyle “Akışına bıraktım” diyen insanoğlu aslında türlü yollara saparak, sevemediği kaderine bakıp hayallerinden uzağa düşüyor. Filmdeki babanın “Gene onlar kazandı” diyerek kendini toplumdan soyutluyor oluşu da bunun kanıtı.    

Belki de insanın geçmesi gereken en önemli sınav budur: Kaderini sevmek. 

İnsan hayatı, bazen ani gelişen olaylarla önemli kırılmalara sebep olan bir fay hattı gibi. Bazen de tekdüze devam eden,  insana nefes alma, kendisi olma imkanı vermeyen o boğucu taşra havası gibi.

Bu nedenle herkesin sınavı zor. Herkesin isyanı, “Oynamıyorum” diyerek küsüşü başka türlü. Ama sonuçta mecburi bir kabullenişle yola gelmiş görüntüsü vermek de adetten. 

Oysa önemli olan kalp, asıl mesele onun tatmin olması.

Didem Madak da şiirin devamında bu gerçeğin resmini çizmiş:

“Bir Arap şairi söyle demiş,
Savaşta yenilen halkına,
Ağlamayın, ağlamayın, acınız azalır


Uzun bir dize dayardı hayat her sabah karnıma
Şiir için düelloya gelmiş bir sevgili gibi,
Sorardı:
Daha yazacak mısın?
Hayır derdim,
Artık yazmayacağım.
Ama şöyle denir:
Kılıç çeken kılıçla ölür.
Ama şöyle denir:
Kaderden kaçılmaz.

Ama yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi,
Tırnaklarıyla düzeltemiyor insan.
Yıllarca biriktirdim
Rengarenk çokomel kağıtlarını kitap aralarında.
Aşık olduğumda,
Çikolata kokardı kırmızı yazgım.
Hayatıma hayat diyemem artık.
Sarı yazgım her sonbahar onu
biraz daha fazla, ömür yaptı
Maviye de, yeşile de dili dönmez ömrümün artık.”

Bir hususu daha eklemek istiyorum: Filmde usta oyuncularla beraber yola yeni çıkan gençlerin de, her karakterin hakkını verdiği ortada. Özellikle başrol oyuncusu Doğu Demirkol’un performansı izlenmeye değer.   

Bu toprakların çıkardığı deha yönetmenlerin en ustası! Daha nice güzel filmlerle, bizi hayata, kadere, insan denen meçhul üzerine düşündürmen dileğiyle. Ahlat ağacı için teşekkürler.    


hayhaybuyursun2018@gmail.com

22 Mayıs 2018 Salı

KELİMELERİN GÜCÜ



Merhaba,

Blogta son yazımı 1 Mart'ta yazmışım ve başlığına  da "Belki gelmem gelemem 5 dakika bekle git yazmışım. İşte kelimelerin gücüne en iyi örnek:)) 

Hayatımızı seçtiğimiz kelimeler belirliyor. Aynı şeyi anlatmanın bir çok yolu var. Sen dili, ben dili bir sürü de iletişim tekniği var. Ama benim bahsettiğim insanın kendi önünü tıkaması. 

Ben bu başlığı atarak bunu yapmışım. 

Oysa bu geçen 50 günde sanal alemden el ayak çekmiş değilim. Hatta instagram hesabımdan 94 tane paylaşım yapmışım. Bir çoğu kitap tanıtımı olan ve kısa bir yazı ile takdim edilen paylaşımları blogtan yapmam gerekirken sosyal medyayı telefondan, blogu bilgisayardan kullanmam nedeniyle daha pratik olan o yola kaçmışım. Buraya da yolum düşmemiş. 

Şimdi hatadan dönme zamanı. Burası benim evim, yazdıklarım misafirlerime sunulacak ikramlarım ve her sunumun bir adabı var. 

Blogların da rutini var. Ona uymak gerek.

Ama ben bu ihmali bizzat kendi dilimle çağırmışım; belki gelmem gelemem diyerek buraya çıkan yolları zihnimde kapatmışım. 

Size de böyle şeyler oluyor mu? Kendi yolunuzu açtığınız kelimeleriniz var mı? Karşınıza asıp okudukça motive olduğunuz sözler? 


1 Mart 2018 Perşembe

Belki gelmem gelemem beş dakika bekle git










Merhaba,

Bloga uğramayalı 45 gün olmuş. Oysa sıkı bir blogcu her gün gezer buralarda değil mi? Uzak kalmamın elbette sebepleri var. Bu uzun zaman diliminde ne zor günler geçirdim, neler yaşadım anlatarak kimsenin canını sıkmak istemem. Ama galiba gönül yorgunluğumdan biraz dem vurabilirim. 

Hayat bana, bazı şeylerin şans eseri gerçekleştiğini öğretti. İstediğiniz kadar emek verin elde edemeyeceğiniz şeyler var. Analar tahtını yaparmış, bahtını değil diye boşuna söylememişler. İnsanın bahtı güzel olsun. Şimdilerde çocuğum, yeğenlerim falan akademik bir başarı ile gelince onlar için kurabildiğim tek cümle bu. Elbette tebrik ve teşvik ediyorum ama artık insanın emekle hak ettiği yere geleceğine inanmıyorum. 

Her gün daha da değişen değerler zincirimiz farkında olmadan kırılıyor. Böyle giderse gün gelecek kendimizi tanıyamayacağız. 

Ben yazı ile başkaları için ilgilenen biri değilim. Modasının çoktan geçtiğini bilerek blog yazıyorum. Ama tabi psikoloji de önemli. İnsan, emeğine karşılık şahit istiyor. Hepimiz bu her konuda fark edilmek istemiyor muyuz? Bir yemek yaptığımızda eline sağlık denmesini, övgüleri beklemiyor muyuz? Amacımız sevdiklerimizin karnını doyurmaksa bunu zaten yiyerek yapıyorlar ama güzel yorumlar bize yorgunluğumuzu unutturuyor değil mi? 

Gönül verdiğim, kendimce okumalar ve çıkarımlar yaptığım edebiyat da meşakkatli bir yol. Bu yolda yürüyenlerin de görülmeye, alkışlanmaya ihtiyacı var elbette. Düşünsenize, koskoca evren bile, biz Yaratıcı'sını merak edelim, fark edip onu tanıyalım diye yaratılmamış mı? O nedenle "Yazmak için yazıyorum, sanat için sanat yapıyorum"lara pek itibar etmiyorum. En basitinden şöyle düşünelim: Bunu söyleyenler nerede ifade ediyor, röportajlarda değil mi? Eeee, röportajlar nerede yayınlanıyor. Boy boy resimleri görünmemek için mi veriyorsunuz. O gazeteciler nelerle ilgileniyor. Sorular arka arkaya böyle gider. Öyleyse herkes şahit peşinde ama nasibinde olan bunu buluyor, diğerleri kaderine küsüyor.  

Bu gün ortam iyice yozlaştı. Gerçek akademik başarılar mı daha çok gündeme geliyor yoksa "Hellööö" diye çıkıp videolar çeken vasıfsız insanlar mı daha fazla dikkate alınıyor, ortada. Kimi ne salak, kimi ne tatlı demek için bu videoları izliyor. Kimi eleştiriyor, kimi özeniyor. İzlenme sebepleri onları ilgilendirmiyor ama tıklanma sayıları sayesinde işi ticarete döküyorlar. Böylece kolay yoldan para kazanıyorlar. Tıpkı bir zamanın topçu, popçuları gibi. 

Elbette hepimiz, sık sık her şey para değil deriz ama para da sağlık gibi varlığının kıymeti yokluğunda belli oluyor. Kolay yoldan para kazanan bu insanlar istedikleri gibi dünyayı gezip farklı vizyonlar ediniyor. Dilediklerini yiyip güzel evlerde oturuyor. Sahip oldukları imkanlara kimse kolay kolay çalışarak sahip olamayacağından gençlerde özenti başlıyor. Zaten aileden gelen ekonomik refah seviyesinin % 2.5 olduğu bir ülkede yaşıyoruz. İş böyle olunca gençler de kolaya kaçıyor. 

Eskiden değerleri önceleyen, kalıcı olana, öze kıymet veren büyükler de rahmetli olup, onların yerine kalanlar, biz süründük bari onlar gün yüzü görsün diyerek çocuklara destek oluyor. Böylece herkes şöhretin, paranın peşine düşüyor. 

Kalem, dergi, üstat devri bitti. Herkes göstermenin peşinde. Belli bir takipçi sayısına ulaşınca tabi oradan buradan kopyalanıp yapıştırılarak oluşmuş kitapları da piyasaya çıkıyor. 

Beğeni sayısı düştüğünde intihar eden ya da öldü haberleri çıkartıp dikkat çekmeye çalışan çocuklar var. Bunları beğenelim ya da beğenmeyelim seyrederek, hem zaten zor olan hayatta kendimizle kalacağımız kısa vakti harcıyor, günü tüketiyoruz hem de gençlerin prim peşinde harcanan ömürlerini fark etmelerini engelliyoruz. 19 yaşında çocukların, bu uzun(!) hayatlarını film yapmalarını alkışlıyor, ömrünü hayırlı ve faydalı işlerde başarılar kazanarak geçiren insanlarımızı pas geçiyoruz. 

Ben ikisinden de değilim. Ama insanın bir yolcu olduğu bu alemde önce kendini sonra da bu evreni keşfetmek için var olduğunu düşünen bunun için kendine ve insanlara emek veren biriyim. Okuyan, düşünen, akletmeye çalışan, fark ettiklerini paylaşmaya gayret eden biriyim. 

Ama tabi artık kimsenin bu incelikli şeyleri düşünmeye, okumaya vakti olmadığını biliyorum. Lakin toplum olarak kendimize yazık ettiğimizi düşünüyorum. 

Sosyal medyada geçen sürede aslında kafa dağıtmak isterken dikkatimizi dağıtıyor, yer yer sinirlenip kıskanıyoruz. Evde kapalı isek, gezenler gözümüze batıyor, diyetteysek, yiyip yiyip kilo almayanlar canımızı sıkıyor. İnsan özünde her şeyin iyisi kendisinde olsun isteyen bencil bir varlık. Zaten bu yönlerimizi fark edip yontmak, kendimizden kendimizi doğurmak için okuyup gelişmek zorunda değil miyiz? 

Ama öne çıkan insanlar öyle çukurlaştı, dikkatleri öyle dağıttı ki artık herkes kendini onlara bakıp ermiş falan sanıyor. Hangi çileyi çektin diye sorsan on saniye açılmayan siteyi bekledim diyecek insanlar var. Sabır da, sevgi de, emek de, başarı da başarısızlık da her şey ama her şey internetimiz kadar hızlı anlam değiştirdi.

Mesela sosyal medya hesaplarımda sürekli takipçi isteği alıyorum. Kimmiş, neymiş diye bakıyorum, ya zayıflama ürünü satan insanlar oluyor ya da parodi hesaplarla takipçi kasanlar. Gezdiği yerleri anlatan, yediklerini paylaşanlar da çok revaçta. Doğal olmak adına nezaketsiz, inceliksiz odunluklarını sunanlar da beğeniliyor. 

 Her şey görmek ve görünmek olunca çoluk çocuk herkes kamerayı açıp bir şeyler söylüyor. Kitap okumayı sevip o alanda var olmak isteyen çocuklar da, kitap tanıtarak kendine bir mecra açmaya çalışırken, Sait Faik'in Abasıyanık kitabı diye sosyal medyanın diline düşüyor. Yaptığı hataya gülenler acaba kaç kitabını okudu yazarın bilinmez ama herkes sadece gülmeyi ve para kazanmayı düşündüğü, kendinden kötülerin varlığını görüp vicdanını rahatlattığı için toplum olarak her gün daha aşağı çekiliyoruz. 

Sonra, duyduğumuz haberler tüylerimizi ürpertiyor. Ama içi boş ağaçlar devrilir. Kurtların kemirdiği hangi bitki yeşil kalıp çiçek açmayı başarabilmiştir, düşünmüyoruz.      

Çoluk çocuğun suçu yok. Herkes bu hastalığa tutulunca, kültürü video çekmek, canlı yayın yapmak sanmaları çok doğal. Onlar bu hayatın içine doğdular. 

Yayınevleri de ticari düşünmekte haklı. Sosyal medya fenomenlerinin popülerliklerinden faydalanmakta gecikmiyorlar. Kapağını açmadıkları kitapları tanıtanlarla doldu ortalık. O takipçi sayılarına nasıl ulaştığını kestiremediğim, "-de" yi ayrı yazamayan ama her gün başka, hatta bir kaç kitap tanıtan insanlar var. Ne vakit okudun, özümsedin, üzerine düşündün ve kendine yeni cümleler edindin de, diğer kitaba geçtin. Madem o kadar çok okuyorsun neden bu kadar kötü konuşuyor ve yazıyorsun? diye sormak kimsenin aklına gelmiyor. Zaten popüler kitapların okuyucularına bir şey demiyorum. Uyandım, osurdum vs edebimin müsaade etmeyeceği şeyleri yazıp müthiş yazar diye kendini tanıtan insanları okuyarak nereye varabilir bir toplum bilmiyorum. Zaten topluca bir digital çılgınlık, tanımlanamaz bir bıkkınlık, boş bir yorgunluk yaşadığımız şu günler nasıl bitecek artık kestiremiyorum. Bunu düşünen insanlar da umutsuzlukları heybelerinde yavaş yavaş kendine çekiliyor.  

İnsanı insan yapan asli kurucu kitaplar vardır. Ancak böylesi nitelikli bir okuma çabası ile, suretinde yaratıldığı insana yürür. Doğmak, var olmak değildir. Ontolojik olarak kendinden kendine yol bulmadan hiç bir yolculuğu bitiremez insan. Bu yolculuk meşakkatlidir ve bu gün de eğlendik hadi uyuyalım mantığı ile yürünmez. İnsanlık, dediğimiz şey uzun bir yolculuk. Vaktini sosyal medyaya harcamak da ben yoldan gönüllü çıktım şarkısını söylemenin başka bir şekli. 

Tarımın bittiği, dolayısıyla, kanserin, unutkanlığın, adını yeni duyduğumuz bir çok hastalığın yaygınlaştığı günümüzde nasıl parası ve imkanı olanlar köylere dönüp organik tarımla ilgileniyorsa kendini her türlü medyanın beyni felç eden saldırısından korumak isteyenler de, en azından akşamdan akşama kendince belirleyeceği bir süre bu mecralardan uzak durarak arınmalı. Kendine dair bir şeyler yaparak, pasif izleyici koltuğundan kalkıp kendi yolunda yürümeli ki, hayatının amacına doğru yol alsın. 

İşte ben de, blogların devri kapanalı çok olsa da, hala burada yazma inancımı kaybetmedim ama biraz daha fazla kendime vakit ayırayım, zaten yazsam da okuyan kaç kişi var, kaç hayata dokunabiliyorum blogta diye düşünüp uzaklaştım. 

Yoksa yazmaya kalksam, her güne düşen dert sayısında rekor kırdığım bir dönemden geçiyorum. Buraya yazmak yerine dertlerimi sabır sosu ile içimde dinlendiriyorum. Eğer şansı yaver giderse, bu günler günü geldiğinde kelimelere bürünüp yeni kitaplardan başını uzatıp gülümser size. 

Şansı yaver giderse diyorum, çünkü dünya var olduğundan beri kim bilir kaç kişi, nitelikli yazmasına rağmen hak ettiği değere ulaşamadı, o gün tanınanlar kaç nesil okundu, nasıl yaşadı, nasıl öldü bilmiyoruz. Aslında sosyal medya fenomeni kadar da merak etmiyoruz. İşte bunun adına da yaşamak diyoruz.

Kendinize fırsat verin, elinizdeki telefonları bir kaç saat bari kenara bırakıp aileden, işten, evden, çocuklardan arta kalan zamanda ki bu çok çok kısıtlı bir vakit oluyor, kendiniz için bir şeyler yapın. 

Hayatımızı israf etmeyecek kadar dolu yaşayabilmek umuduyla... 
               

15 Ocak 2018 Pazartesi

AH BU ŞARKILARIN GÖZÜ KÖR OLSUN



Küçük Prensin yazarı Saint-Exupéry'nin "Hiç kimse hem sorumluluk hem umutsuzluk hissine aynı anda kapılamaz" dediğini okuyunca kalbime döndüm ve sordum, hangisini taşıyorsun: 

Hayatın anlamını bulmaya gönderildiğin bir alemde bu devasa yükün sorumluluğunu mu, yoksa her şeyi karanlığa mahkum eden umutsuzluğu mu...

Bir süre ses vermedi. Bıraksam ağlayacaktı. Keşke bıraksaydım ve içime dönerek gerçekliğe teslim olsaydım. Ama yapamadım, yine kelimeleri alıp yanıma, oturdum masanın başına. 

Oysa, kalbimizdeki yaralar tazeyken, sorumlulukların altında sus pus olmuş içimiz hala kanıyorken çok yol gidemezdik. 

Ama cesaret gösterenlerin mutluluğa adım atacağını öğrenmiştik. 

Sorumluluk sahibi olmak, kendi acılarına rağmen gereklilikleri yerine getirmekti. Birilerinin derdine derman olmaya çalışırken güzelleşmek, sevgi ile huzura ererken gizli bir elin bizim gözyaşımızı da sildiğini fark etmek demekti sorumluluk. 

Niyâzî Mısrî'nin "Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı
Ben beni terk eyledim bildim ki ağyâr kalmadı" dediği o yere ulaşmak ancak böyle bir yolda yürümeye cesaret göstermekle başlamıyor muydu! 


Tekamül, yani kemale ermek, olgunluk yoluna girmek kişinin herkesle barışık olmasıyla mümkün değil miydi!

Peki insan dünyada bu kadar kötülük varken nasıl dünya ile barışık olabilir. Sürekli kendi ile kavga ederken nasıl başkalarına kalbini açabilir? 

Elbette sevginin en saf hali olan şefkatle hayatını dönüştürür. Şefkat, insanı kendinin dışına taşır. 

Eğer insan büyük bir şefkatin sonucu değerli bulunup bu dünyaya yollanmışsa içini aydınlatacak, umutsuzluğun karanlığını yırtacak, onu narsist egosundan kurtarıp farkındalık katına yükseltecek duygu da elbette şefkattir. Bunu hissettiği anda sanki elektrik düğmesine basmış gibi içi aydınlanır. O ışık, kendine göstereceği şefkatle başlayıp çevresine de ulaşır. 

O yüzden her şey insanda bitiyor, tıpkı insanda başladığı gibi. Nasıl su sıcakken soğuk olamaz, soğukken de sıcak, insan öyle bir varlıktır ki, sevgi ile doluysa nefrete kalbinde yer yoktur. Sevgi hakimse içimize, nefret geride kalır ve sıcak su ile soğuk su karışınca nasıl dengeli bir ısıya ulaşırsa, insan kalbinde de nefret yerine üzülme ve acıma duyguları belirir.

"Kimse kıymet bilmiyor" diye yakınıyorsak bu bizim yeterli olgunluğa gelemediğimizin göstergesidir. 

Kıymetini bilen, bilecek olan seni var etmiş, bu dünyaya göndermiş. Gezegenin yüzünü karanlık yapan gece değil ki! Sorumluluklarını yerine getirmeyen bizler dünyayı yaşanmaz bir yere çeviriyoruz. 

Kalp yaralarının devası sevgide. Biz ancak merkezine şefkati koyup aydınlattığımız içimizin ışığını etrafa yayabiliriz. Aksi halde, sevgisizlikten acıyan canımızla başkalarını eleştirme yoluna gireriz. Bir başkasını kınarken yaptığımız, kendimizi temize çıkartacak mazeretler bulmak değil midir?

Dikkat edin, neyin mevzusunu yapıyorsak, gündemimiz neyse yaramız oradan kanıyordur.   

Kendinden başkasını sevgiye layık görmeyen hasta ruhlar, kalbindeki o tohumu yeşertemediklerinden çölleşen ruhlarında susuzluktan ölmeye mahkumdur. Keşke tek başlarına ölseler ve dünya, tekamülünü tamamlamamakta ısrar eden bir varlıktan temizlense ama sevgisizlik öyle bir cinnet hali ki, beraberindekileri yakıyor, ortaya çıkan gaz herkesi az çok zehirliyor. 

Ailelerde şefkati azalmış sevgiler var. Bu durum toplumu da zorluyor. Hepimiz hatalıyız, ama kimse ötekini affetmiyor ve sevgisizlik bir yangın gibi büyüyor. Her gün bir başka eve düşüyor ateş. 

Kutsal kitabımızda sevgi iki yerde geçiyormuş. Birinde Gafur birinde Rahim ile anılıyormuş. Bunu öğrenince inanıyorum diyen insanların nasıl da inandıklarından habersiz olduğunu fark ettim. Şefkatli bir sevgi ile affedici bir sevgi... 

Ve bizim içi boş egolarımızı besleyen, sadece iki insan arasındaki o tarifsiz heyecana ad yaptığımız sevgi.  

O kısa süreli ateşin küllerinden kıvılcım çıkartarak başka sevgilere fırsat bırakmayan, çoktan unuturdum ben seni çoktan, ah bu şarkıların gözü kör olsun dedirten sevgi... 

"Aslında ben öyle çok sevilmeye layıktım ama sen beni fark etmedin" diye inleyen nağmelerden başka nedir ki, kalbimizi ele geçiren o şarkılar. 

Sevginin en saf hali şefkat, affetmek ile anlam kazanıyorsa, önce kendimizi, sonra üstü tozlanmış ilişkilerde harcadığımız birbirimizi affederek sevmeye başlayalım. 

Yoksa, kötülerin ele geçirdiği bu dünyada, masum çocuklara, şiddete maruz kalan kadınlara, belki de güçlü olsunlar diye şefkat gösterilmeden büyütüldüklerinden içlerindeki sevgi ağacı bodur kalmış erkeklere yapılan haksızlıklar karşısındaki sessizliğimiz için hem onlardan hem de Hayatı sunandan hangi yüzle af dileyecek, biz iyi insandık, ama üzerimize bulaşan kirleri engelleyemedik diyeceğiz.  

 Nefretin dilinin bozuk bir çeşme gibi durmadan üzerimize aktığı günümüzde sevgi ile kalbimizi ve sonra elimizin uzandığı yerdeki kıymetlilerimizin yüreğini onarmalıyız. 

Yoksa sevgisizlikten öleceğiz.       
   

12 Ocak 2018 Cuma

GÖĞE BAKALIM...



Günlerdir yorucu olsa da, bana iyi gelen bir koşuşturmanın içindeydim. Öyle ki, bloga bile bir haftadır girmemiş, denetim bekleyen yorumları fark etmemişim. 

Bu günse evde olmanın keyfini çıkararak alarmsız uyandım. Canım neyi hangi zamanda yapmak istiyorsa öyle hareket ettim. 

Evde yalnız olduğum halde kendime özenerek bir kahvaltı hazırladım. Muhteşem bir hayatım varmış, her şey çok güzelmiş gibi yaptım. Bunda gündemle ilgilenmemek kararım da etkili oldu. Bir ara twitter'da yine can sıkıcı başlıklar gördüm, nefesim daraldı ama çabuk toparladım. 

Hemen telefonu elimden bırakıp biraz hareket ettim ki, mutluluk hormonu salgılansın. Sütlü kahve yapıp içtim, beraberinde kitap okudum. Akşama doğru da cam balkona çıkıp serin havayı iliklerime kadar hissetmek istedim. 

Ailemin evi, hala aynı yerde. Bu nedenle dışarı baktığım ger seferde çocukluğumun arka bahçesinde dolanıyorum. Küçükken Ankara asfaltından geçen araçları, üniversiteden çıkanları, mavi ve kara treni keyifle seyrettiğimiz pencereden şimdi metrodan inenleri izliyorum. 

Tabi artık çok şey değişti. Yeni yollar yapıldı. Hatta yükselen yola paralel evimiz de katını yükseltti. Ama hala karşıda yeşil bir üniversite kampüsü var. Ve sayısı, şeridi artan yollar... Gidenleri, dönemeyenleri, kalanları anımsatarak insanı hayali yolculuklarda gezdiren bu manzarayı da, yıllar sonra dönüp geldiğim evi de, yolculuklara çıkıp bilinmezliğe yürümeyi de seviyorum.   

İşte böyle akşam mesai sonu hareketliliğini görünce de hayalen bir yolculuğa çıktım. Ve yine kendimi orada buldum. Bu balkondan uzakları seyredip bir an önce uzaklara gitmeye özlem duyduğum günlerde. İşte o zamanlarda iyi bir arkadaşım vardı. Enerjimin düştüğü anlarda hemen fark eder, acil yardım çantasından çıkardığı ve dinlemekten hiç sıkılmadığım söylevlerine başlardı. Yine böyle bir gün gözlerimdeki hüzne dayanamayıp demişti ki:

"Çileyi bir kambur gibi sırtında taşımaya başladığın anlarda gözlerini, bilinçsiz bir karınca işçiliği ile hayatlarını ölüme taşıyan bedenlerin üzerindeki mavi gökyüzüne çevir ve o muhteşemliğe gülümse" 

O günden sonra göğe bakmaktan hiç vazgeçmedim. Bu akşam da, gün batımında göğün renk cümbüşünü izlerken bir anda başımı öne eğdim. Metrodan çıkıp aceleyle yürüyen insanları görünce dilime o cümlenin "Bilinçsiz bir karınca işçiliği ile hayatlarını ölüme taşıyan bedenler" kısmı takıldı. 

Koşuşturmalara feda ettiğimiz hayatımız her an bizi ölüme yaklaştırırken biz sadece otomatiğe bağlanmış şekilde gerekliliklere sıkışıp kalıyoruz. 

Karın doyurmak için çalışıp yorgunlukla televizyon karşısında ömür tüketmeyi, şimdilerde ellerimizdeki kelepçenin ekranından başka hayatları izleyip söylenmeyi yaşamak zannediyoruz. 

Ve bir gün neden geldiğimizi bile anlayamadan bu dünyadan çekip gidiyoruz.  

Belki bu ülkede yaşamak başka bir alternatif sunmuyor bize ama dönüp yaşamlarımıza bakmak, "Bana ne" diyerek başkalarının dedikosundan vazgeçmek, "Sana ne" diyerek hayatımızın direksiyonuna geçmek zorunda değil miyiz?

Sadece ayakta kalmak için koşmayalım...Yavaşlayalım,duralım, düşünelim: Ölüm var ve hepimiz ona koşuyoruz hatırlayalım. 

Kısacık bir hayat için hem kendimize hem de başkasına haksızlık yapmayalım.  

Adalet her şeyin yerli yerinde olması diye tanımlanır. Kendimize karşı acıtan bir dürüstlük sergileyelim ve geç olmadan hayatımıza çeki düzen verelim.

Hep sonradan gelir aklım başıma diye hayıflanmayalım. 

Çile, bir kambur gibi sırtımızda olsa da vakit varken göğe bakalım

5 Ocak 2018 Cuma

KÜÇÜK PRENS 2


Yeniden beraberiz.

Yakın zamanda yeniden animasyon olarak filmi de çekilen Küçük Prens’i hala okumadıysanız/seyretmediyseniz daha fazla vakit kaybetmeyin derim. 

Filmi, kitabın hikayesini hikaye edecek şekilde kurgulanmış, çocuklara da hitap etmesi için kitapta yer alan bir çok görüş ve düşünceye yer verilmemiş.Üzerine felsefesine dair kitaplar yazılan bu eser, yazarının az sayıda romanından sadece biri. Mutlaka büyüklerce okunup irdelenmesi, hayatlarımızla kesişen noktalarının tespiti yapılması gereken bir kitap. Tüm insanları ilgilendiren konulara değinen boyutuyla da güncelliğini her zaman koruyacak bir eser.  

Kitabın orta yerinden girdiğimiz yazıda başa dönersek; kitap beni etkisi altına aldığı satırlara “Büyüklere bir şeyi açıklamazsanız olmaz“ diyerek başlıyor. 

Bir insana bir şeyleri açıklamanın faydası var mıdır ki? Hep birilerine bir şey açıklarken yakalıyorum  kendimi. Sonra neden diyorum ben anlatmadan, açıklamadan beni anlayan biriyle karşılaşmıyorum.

"Büyükler hiçbir şeyi tek başlarına anlayamıyorlar, onlara sürekli açıklamalar yapmak da çocuklar için çok sıkıcı oluyor doğrusu” diyen yazar bana aslında hiç büyümemiş bir çocuk olduğumu mu anımsatıyor?  

Çok yakından  tanıdım onları yine de ilk görüşlerim pek değişmedi “ diye ekleyince benim de diyorum, benim de. 

Zaten bir insanı sevip sevmeyeceğimize biz değil beyin reseptörleri karar veriyormuş; doksan saniye içinde koku uyuşması oldu oldu, olmadı olmuyormuş. Nadiren kendi kokusunu gizlediğinden karar veremediklerimiz olsa da genelde bir insanla ilk tanıştığımız andaki görüşlerimiz değişmiyormuş.

Kitap devam ediyor: “Resmimi anlayamayan büyüklere göstermekten vazgeçtim zamanla…Onların düzeyine iniyordum. Briç, diyordum, golf, politika, kravat mıravat. Onlar da böyle aklı başında biriyle tanıştıkları için seviniyorlardı… 

Aaaaa tıpkı ben, içimde hala yaşayan çocuğa inat, küçüklüğümden beri hep büyüklerin içinde, büyüklerin meselelerine kafa yorarak geçti ömrüm. Ne kazandım? Ne kadar olgun bir kız, büyümüş de küçülmüş dedi herkes! Sanki büyümek marifetti, büyürken yitirdiklerimizi arıyorduk aslında bir ömür boyu.

Yazar kitapta, işte böyle uçağım büyük çöl üzerinde kazaya uğrayana kadar, içimi dökecek gerçek bir dostum olmadan yapayalnız yaşadım.“ diyor ve ekliyor “Okyanusun ortasında sal üstünde kalmış  bir gemiciden daha yalnızdım”

Bu satırlarla, daha kitabın başında yazar Küçük Prensle tanışıp dertleşecek bir dost bulmanın heyecanındayken benim içime derin bir hüzün çökmüştü. Ben küçük prensimi ne zaman bulacaktım ? 

Yapayalnız olduğum bu dünyada bir gün ben de fil yutmuş boğa yılanı resmimi anlayacak birine rastlayacak mıydım? Yoksa içimin bir yerlerinde katlanmış hortum, düğümü çözülmediğinden patlayacak mıydı? Ya içimin coşkun suyu nasıl nereye akacak yeryüzünde? 


Suyun önünden aynı düzlemde gidecek çok yolun olması nasıl suyun etkisini azaltır ve basit ince bir akışla denize varmadan kurumasını sağlar, işte öylesi bir çokluğun içinde kaybolmuş durumda zihnim. Tek bir yere kanalize olmalı  ve galiba suyumun önüne set çekip baraj kurmalıyım ki, hem kuraklık zamanlarında kullanılabilecek suyum olsun hem de birikerek içimin gücünü toplamalıyım. 

Ama Ahmet Arif çeliyor aklımı “Gel beraber alalım nefesimizi sevdiğim, sensiz boğazımdan geçmiyor” deyince baraj falan kurmaktan vazgeçip gönlümün akışına bırakayım hayatı diyorum.

Aslında her şey insanın kendisinde gizli, hayatımızdaki her şeyin farkını kendi bakış açımız veriyor. Bir gün Şemse sormuşlar, aşık olmakla sevmek arasındaki fark nedir diye. "Senin baktığına herkes bakar ama senin onda görebildiğini herkes göremez. Herkes aşık olabilir ama kimse senin gibi sevemez. Tek fark sensin, seni özel kılan sevdiğin değil sevgin” diye cevaplamış. Evcilleştirdiğimiz ve çok sevdiğimiz dostlarımız bazen yadırganır ya çevremizde ama işte buradaki ayrıntı onun bizim tetrisimizin eksik parçası olmasıdır ve bunu sadece biz hissederiz.

Ama işte hayat bir oyundur ve leveller sürekli değişir, gelen parçalar, giden parçalar, bizden götürdükleri, giderken bıraktıkları ile hepimizin yeni aşamalara geçerken ayrı ayrı hasar tespit çalışmaları yapması gerekir ki, gücümüzü kaybetmeden ilerleyelim.

Şimdi acının ormanından geçiyorsun
Her şey bir daha kanasa da
Ne geçtiğin yola ne de sana dokunabilirim ben
Geç meleğim senin de şarkların olsun
İçindeki teli titreten”   (Birhan Keskin)

Tilkinin dediği gibi giderken acı bıraksa da evcilleştirdiklerimiz başak tarlaları meselesi kârımızdır. O anılara tutunarak sarılırız yine hayata.^Şiir okur, yaramıza eş yaraları olan şairlerle sarmaş dolaş oluruz satırlarda. Küçük Prens’i şair duyarlılığıyla dilimize çeviren Cemal Süreya’ya kulak veririz misal:

Seni soruyorlar; öldü mü diyeyim yoksa dönecek mi?
İkisi de imkansız değil mi?
Çünkü biliyorum asla geri dönmezsin 
Ve biliyorum sen benim için asla ölmezsin”

Hani derler ya, şu iflas etmiş dünyada en geçerli para birimi kendin gibi bir insanla paylaştığın duygulardır diye, ama hayat durağan değil. Bizler de, tıpkı hayatımız gibi değişiyoruz zamanın kucağında. İstemesek de gönlümüze düşen insanlarla yollarımız ayrılıyor. Nasıl yaman bir çelişkiyse, güzel günlere ve güzel insanlara duyulan özlem bu günümüze keder verirken, kurtulduğumuz olaylar ve kişileri anımsadığımızda içimiz sevinçle doluyor. 

Demek ki; hiçbir şey göründüğü gibi değil, hiçbir his, bir daha aynı duyguyu vermiyor ve yine bunları anlamlandıran kendimiz oluyoruz. 


Şair Hüseyin Atlansoy “Herkesin ama herkesin ince örülü bir kaderi ve giydiği kazaklara bile sinmiş bir kederi vardır” dediği gibi hepimizin yolu, acısı, kazandıkları kaybettikleri, özledikleri farklı. 


Ve yine Didem Madak tercüman olmuş halime; “Az sevme bilmiyorum ben, çok sevdiğimdendir çok incinmem”




Küçük Prens onu evcilleştirdiği gülünü korumak için elinden geleni yapıyor ve her gün temizlemezse başta gül fidanlarından ayrılmayan cazip bitki baobların büyük ağaçlara dönüşüp gezegeni ele geçireceğinden bahsediyor. 

Bu, girdiği bahçeyi kurutan zararlı bitki baoblar bana insanın yaptığı kötülüklere alışması gibi geldi. Hani bir kereden bir şey olmaz deyip yaptıklarımız var ya, her şey bir kereden olur aslında. Bir kere düştüysek hataya hemen onu telafi etmezsek yenileri sarar ve biz anlamadan istila eder gönül bahçemizi.


Onun için Küçük Prensin her gün aynı enerjiyle baobları temizlemesi boşuna değil. Aslında kolay bir iş ama çok dikkat gerektirir derken dün yapılan temizliğin dünde kaldığını hatırlatıyor. 


Ertesi sabah yeniden başlayacak yaşam mücadelesi ile bizler tıpkı kendi gezegenimizin Küçük Prensleri olarak yanar dağımızı yakacak, baobları temizleyecek, evcilleştirdiğimiz gülümüze bakacak, onu sevip sulayacak, yağmurdan rüzgardan koruyacağız ki, diğer güllerden farklı olduğunu hissetsin ve boy atıp serpildigi gönül bahçesini terk etmesin. Onunla birlikte nice gün batımlarını izleyebilelim. 


Ne zaman biteceği belli olmayan hayatımızın gün batımına doğru ilerlerken evcilleştirdiğimiz/ bizi evcilleştiren sevdiklerimizle beraber olalım.

Bir husus daha var: Küçük Prens dünyaya yaptığı yolculuğuna gülünün kaprislerinden bıktığı için başlıyor, gezegeninden ayrılıyordu ama ondan ayrılmasının ona dönüşünün ilk adımı olduğunu bilmiyordu. Bir bahçe dolusu gülü gördüğünde eşsiz sandığı gülünden çok sayıda olduğunu fark ettiğinde duvara tosluyordu. Ama sonra benimle dost ol, beni evcilleştir diyen tilki sayesinde gülünün eşsiz olduğunu anlayıp onu ne kadar özlediğini fark ediyordu. Sonrasında bin bir çeşit insanla karşılaşıyor ama sürekli olarak gezegenine dönmenin yolunu arıyordu.Çünkü sevdiği, gülü oradaydı ve gülünü önemli kılanın uğrunda harcadığı zaman olduğunu anlıyordu.  

Sanırım büyümenin değil, büyürken unuttuklarımızın sorun olduğunu anladığımızda, içimizdeki Küçük Prenslere ve prenseslere yaşama şansı verdiğimizde, gerçeğin mayasının gözle görülmediğini fark edeceğiz.

"Bir yerlerde bir kuyunun saklı oluşudur çölü güzel kılan" diyen Küçük Prens gibi düşünelim: Bir zaman evcilleştirdiğimiz, emek verdiğimiz ama sonra ihmal ettiğimiz sevdiklerimizin çölleşen gönüllerinde hayat veren su kuyularını arayalım. Belki yitirdiğimizi sandığımız bir vahaya rastlar ve susuzluğumuzun yanında yoksunluklarımızı da gideririz.

Son sözü yine kitaptan bir alıntıya bırakalım:


Sizin dünyada insanlar dedi Küçük Prens, bir bahçede beş bin gül yetiştiriyorlar, yine de aradıklarını bulamıyorlar. Oysa aradıkları tek bir gülde, bir damla suda bulunabilir. Ama gözler kördür. İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman gerçeği görebilir.