Aşık olmak,
bu dünyada bir insanın başına gelebilecek en güzel olaylardan biridir.
Hayatı
bambaşka gösteren, insanı, içinin karanlıklarından çıkarıp ışığın, aydınlığın,
güzelliğin olduğuna inandıran, tarifi kelimelerle imkansız bir kavramdır aşk.
Öyle ki,
ancak içinden geçmişlerin anlayabileceği bu soyut olgunun aslında büyük bir
devrim olduğunu kabul etmek gerek.
Devrimler,
eski olan her şey yıkılarak yapılır. Bir gecede sahip olduğun her şeyi
kaybedecek olmak devrimin gönüllerde kabulünü zor hale getirir. Kötü ya da
eksik olan bir şeyi değiştirirken yanında bir sürü güzellikten, rahatlıktan,
alışkanlıktan vazgeçmen gerekir.
Tıpkı yeni
doğmuş bir bebek gibi her şeyi adım adım öğrenmek insanı konfor alanından
çıkaracağından böyle bir yola girmek zordur. Dilini bilmediğin bir insanın hayatına
girmesi ile yeni ve ortak bir dil geliştirmek, el ele tutuşup yürümeyi öğrenmek
için çaba gerekir.
Aşkın bu
dikenli yolunda yürümeye cesaret edenlere ise iç dünyalarında bir gül bahçesi
vaat edilmiştir.
Burası öyle
bir cennettir ki, dışarıda onları bekleyen zorlukları, itirazları, yıkımları,
yeniden ayağa kalkmanın yoruculuğunu sıcak bir gülüş, tatlı bir sözle silecek
güce sahiptir.
Aşıklar,
dışarıdaki fırtınaları kırılmaz bir camın ardından yüzlerinde müstehzi bir
gülüşle el ele izler ve ne olsa onlara dokunmayacağını düşündükleri bir dünyanın
zevklerine kendilerini bırakırlar.
Ama bu
dünyanın değişmez bir kuralı vardır: Burası başka bir dünyanın demosu
olduğundan her şey geçici, her zevk kısacıktır. Aslında kötü günler de,
iyilerle eşit olarak verilmiş imkanlardır ve insanlar arasında döndürülür.
Herkes güzel günler görür, çabuk geçtiğine üzülür. Zor zamanlardan da geçer. İnsan
bu vakitte kazandıkları ile daha güzel günlere yürür.
Ama aşk
diğer güzelliklerden başkadır. Çünkü aşk bu dünyanın yaratılış sebebidir.
Onunla tanışıp neden bu aleme bırakıldığımızı fark etmemiz istenir.
Bu koca
çölde yalnızlıklarımızdan sıyrılıp kendimizden vazgeçerek bir gönle akıp
akamayacağımızı görmek isteyen Yaradan bizi bir çok yoldan geçirir.
Hayat
senaryomuza yazılmış bir aşk, gerçek bir şanstır. Ama aynı zamanda büyük de birbelayı ardında saklar. İçine düşülen aşk bizi gerçek sevgiye, Yaradan’a götüren
bir yol olacak mıdır, yoksa gönlümüz bir yolcu olduğunu unutup uğradığımız bu
istasyonda bizim gibi yolcu olan bir fanide kalacak mıdır? Buna bakılır.
Ve ne zaman büyük
bir aşkla iki kişi bir araya gelse, bu ateşin büyüklüğü ölçüsünde yangınlar
çıkacak, kendileri ile beraber çevreleri de sınava tabi tutulacağı kesindir.
Çünkü yer çekimi
kadar gerçek olan bir kanun daha vardır: Birbirine hayat olan o iki kişi
arasına ne zaman bu dünyadan hiçbir şey giremez olursa oraya kısa zaman sonra
ölüm meleği uğrar ki, sevdiği kul, dinlencelikte takılıp kalmasın, gönül evini sahibine açsın. Ama bu öyle uzun ve meşakkatli bir yolculuktur ki, aşka düşen kaç kişi yolun sonuna varabilir bilinmez.
Bana bu
satırları yazdıran sosyal medyada rastladığım bir veda yazısı oldu. Tüylerim
diken diken olarak okuduğum satırlar yüreğimi deldi geçti. Onun için büyük bir
aşkın taşıyıcısı olan yazar Şermin Yaşar’ın son postunu buraya aynen almak
istedim. Birkaç gün önce eşini kaybeden acılı yürek şu satırları kaleme almış:
“Taziye için gelen pek çok kişi “sözün bittiği
yerdeyiz” dedi. İnsan ne diyeceğini bilemiyor evet, ama benim için belki de
sözün başladığı yerdeyiz.
Evlenirken bana, yabancı bir adamı eve nasıl sokarsın dediler. Oysa Nedim,
çocukların kapıdan içeri girince üstüne atladığı, gece masallar okuduğu,
yıkadığı, uyuttuğu, candan sarıldığı Nedim Babaları olmuştu. Biz evlendiğimizden
beri o her gece çocuklarla uyudu, tepelerine dikilip “yav siz beni unuttunuz
mu?” dediğimde kollarını açtılar gülerek, e hadi bari sen de gel, dediler. Bana
öğretti ki üvey baba/üvey anne diye bir şey yok; insan var, insan olamayan var.
Biz evlenirken
bana aranızda çok yaş farkı var, o erken ölecek dediler. Haklıymışlar, ama ölüm
bana da gelebilirdi. O kadar sevdim, o kadar sevildim ki bir buçuk yılda, on
ömrün sevgisine bedel...
Ben kararımı
alırken başkasıyla sevgisiz ama zoraki evli, elli yıl geçireceğime seninle
on yıl geçiririm, demiştim. Aşkın var olduğunu biliyordum ama bu kadar güzelini
görmemiştim. Bana öğretti ki her yaşta aşk var, olan var, olamayan var.
Tanıştığımızda
“ben çok mutsuzum, sebepsiz, sanki senin yanında iyileşiyorum” dedi. İyileşti.
Gördüm. Etrafımızdakiler gördü. Çok güldü, çok sevdim, etrafında dört döndüm,
şımarttım, sevgimi sonuna kadar gösterdim. Geçen hafta bir fotoğrafını
çektim, çok tatlı çıktın diye uzattım. “Biliyor musun, gamzem olduğunu seninle
öğrendim, demek önceden hiç böyle gülmüyormuşum”, dedi. Bana öğretti ki,
hayat kara sularda seyrederken dümen kırabiliyor. Ben onun için o dümeni
kırdım, son yılını açık, ferah, güneşli, aşk dolu bir denizde geçirdi.
Fakat yolculuk bu kadarmış. Bana da ona yoldaşlık etmek yazılmış.
Beni her
gece “Nasıl yazıyorsun anlamıyorum ama, ne olur hep yaz,” diye oturtturdu
masaya, karşıdan izlerdi. “Ya sen bakarken nasıl yazayım” dedim hep gülerek, “E
canım sen de gözümün önünde yaz, özlüyorum” dedi. Hep yazacağım Nedim, hep.
Gözünün önündeyim biliyorum, sen de öyle. Sen hep “ne kadar duygusal
olduğunu bilmesem bu kadın taştan diyeceğim, nasıl baş ediyorsun her şeyle”
derdin. Taştan değilim, taş olsam dün orta yerimden çatlar, paramparça olurdum.
Ama baş edeceğim. Aşkın da benim içindi, acın da yokluğun da benim için...”
Yazara
başsağlığı ve sabır dilerken, aşkını ölüm meleğine teslim ettikten sonra hayata
tutunmaya çalışan rahmetli babaannemi hatırladım. On altı yaşındayken aşık olduğu adamla evlenen şanslı bir kadın babaannem. Onunla geçen 8 yıllık kısa
evliliğinde üç çocuğuna baba olan adamı ömrünün sonuna kadar unutmayan aşık bir kadın. Aşkını yitirdikten altı ay sonra, babasının ayrılığına dayanamayan 7
yaşındaki kızını da toprağa verdiğinden güçlü olmak zorunda kalan bir kadın. 33
yaşında kalp krizi geçirip vefat eden ilk kocasının ölüm haberi geldiğinde
sonradan en sevdiği evladı olacak amcama hamile olduğunu öğrenen, o üzüntü ile karnındaki
çocuktan kurtulmak için her yolu deneyen çaresiz bir kadın. Ama sonra kısa
sürede çocukları için kendini toplayıp yeni bebeğine Çanakkale’de şehit düştüğü
için hiç görmediği kendi babası ve onun adaşı olan aşkının ismini veren genç
bir kadın.
Güzelliği
ile parmakla gösterildiğinden ailesi tarafından yalnız yaşaması uygun
görülmeyen ve bir an önce baş göz edilmeye çalışılan babaannem, aşkını
kaybettikten üç yıl sonra uzak akrabalarından ona aşık bir adamla tekrar
evlenmiş.
Ben aşık olduğu karısından sekiz yaş küçük o genç adamın torunuyum.
Ömrünün sonuna kadar, adını taşıdığım babaanneme aşkla bağlı kalan, onunla elli
yıl geçirdikten sonra ardından gözyaşı dinmediğinden kalbi 28. gün durup
sevdiğinin yanına gömülen bir adamdı dedem.
Ama ilk
kocasına aşık bu kadının aşkına hiçbir zaman ulaşamayan acılı adam, onun gözüne
girmek için tek evladı babama, üvey çocuğu gibi davranıp, karısının diğer
çocuklarına gerçek bir baba olmayı seçse de amacına ulaşamamıştı.
Çünkü, sevgi emek olsa da aşk bambaşkaydı. İstendiğinde elde edilebilen bir şey değildi aşk,
bir ikramiye gibi başına talih kuşunun konması ile elde edilen bir şanstı. İkramiye
diye bakınca da, yine aşkın gizli kanunun işlediği görülür, kendisine büyük
piyango çıkan herkes de, nasıl bir döngüye giriyorsa kısa sürede hem zirveyi
hem dibi görür.
Dedem de,
evinde eşinden sevgi saygı bulsa da, talip olduğu aşkı sevdiği kadının gözlerinde hiç
göremeyince bu aşksızlığın öfkesini hareketlerine yansıtmış olmalı. Onu
aceleci, fedakar, fevri, her şeyi kontrol altında tutmaya çalıştığından hep
dert edecek bir şeyler bulan endişeli bir insan olarak hatırlıyorum.
Babaannemin
ise, ilk kocası tarafından sesin hiç yükselmediği, sakin bir ortamda evliliği
tanımış, aşkla beslenen gönlü hiç kırılmamış biri olarak devamlı panik halinde,
çabuk sönse de, çabuk parlayan öfkesi ile sürekli bağırıp çağıran dedeme
alışması hiç kolay olmamıştır diye düşünüyorum.
Aslında ikisi
de, kesişmeyen aşkın, yani aşksızlığın gizli öfkesini hep yedeklerinde taşımış
ve galiba bunun acısını en yakınlarından, babamdan çıkarmış. Sevgiden mahrum
olduğundan dikkat çekmek için haylaz bir çocuk olmayı seçen babamdan,
birbirlerine “Senin oğlun”, diyerek bahsetmişler hep. Hani övündüğümüz,
sevdiğimiz şeyleri sahiplenir, çocuklarımızın başarılarında “Benim oğlum/kızım” deriz
ya, işte anne babasının tek evladı olan babam ne kadar başarılı olsa da, o
sahiplenmeyi hiç görmediğinden sevilmediği kabulü ile büyümüş. Bu nedenle olsa
gerek aşka gönlü kapalı, aşırı mantıklı bir insan olmuş.
Sonrasında babaannem
de, her iş başına düşüp hayat yolunda güçlü durmayı öğrenince kimseye insiyatif
bırakmamayı seçmiş ve babam için kız bulma çalışmalarına girişmiş. Güzellik ilk
kriteri olan kadın, kendisine layık bir gelin aramış ve kendinden güzelini
annemde bulup oğluyla evlendirerek babamı aşka düşme derdinden/güzelliğinden kurtarmış.
Çocuklukta
yüzü gülmeyen babam, yine de şanslı imiş ki, uyumlu karakteri ile onu sakinleştirmeyi
beceren, sevgisini göstermekte çekingen olsa da eşini seven, kendisi gibi mantığı
güçlü bir kadınla, annemle evlenmiş.
Aşkın
yıkıcılığının gölgesinde büyüdüklerinden olsa gerek aşk evliliğine karşı olan,
mantığa oturmayan hiçbir ilişkiyi kabul etmeyen anne ve babam bizi de aynı mantıkla
büyütmüş.
Ama, insan
yedi göbek sülalesinin enerjisinden genetik miraslar alır derler ya, hatta o
enerji alanlarını düzeltmez, geçmişten getirdiği yükleri temizlemezse benzer
trajediler, benzer süreçlerle karşılaşacağı söylenir ya, onun için olumsuzu duyarak
büyüdüğü şeylerden korkar insan. İşte
benim zihnimde, bir karma olarak ortaya çıkan durum hepsinden zor.
İçinde her
zaman her şeyi yoğun duygularla yaşayıp kararlarımı delikleri çok sık bir mantık
süzgecinden geçirdikten sonra veren biri olarak, aşk ve ardından gelecek felaketler mi, yoksa
aşksızlıkla ama istikrarla yaşanan sıradan hayatlar mı iyidir karar verememişimdir.
Bu kararsızlıkta anne babamın hayata son derece mekanik yaklaşımlarıyla, karşılıksız
aşkın mağduru duygusal bir dedenin ve tabi aşık olduğu adamı kaybeden ama aşkı yüreğinde tazeliğini ölene kadar koruyan babaannemin genetik katkılarının etkisi
olduğunu düşünüyorum.
Ancak her
zaman yedeğimde ölüm meleğinin üzerinde kanat çırptığı karşılıklı aşkın korkusu
da olduğundan mantıkla, sevgi ile istikrarla hayat yolculuğuna devam edilmesi
gerektiği kanaatine varıyorum.
Ama Şermin Yaşar’ın “O kadar sevdim, o kadar sevildim ki bir buçuk yılda, on ömrün
sevgisine bedel... Ben kararımı alırken başkasıyla sevgisiz ama zoraki
evli, elli yıl geçireceğime seninle on yıl geçiririm, demiştim. Aşkın var
olduğunu biliyordum ama bu kadar güzelini görmemiştim. Bana öğretti ki her
yaşta aşk var, olan var, olamayan var.” dediği satırları okuyunca aşkın hayalden
gerçeğe dönebilen bir olgu, sürprizlerle dolu yemyeşil bir yağmur ormanı
olduğunu düşündüm. Mantıkla kurulmuş evliliklerin de üzeri naylonla örtülü
seralar gibi sakin, korunaklı bir ürün yetiştirme sahası.
Bu noktada da, Dostoyevski'nin şu sözünü hatırladım: Ne yaparsan yap, pişman öleceksin.
Aşkın yükünü
kaldıracak gücü olanlara aşkla dolu dolu geçecek unutulmaz zamanlar, tercihini sevgiden,
emekten yana kullananlara da, seralarında iyi çalışmalar dilerim.
Not: Yazı kelimelere bağlanmış unutulmaz şarkılarla zenginleştirilmiştir. Okuduktan sonra tıklamayı unutmayınız.
Ne kadar güzel anlatmışsın ...
YanıtlaSilaşk, şimdilerde köşesi dantelle süslenmiş , saten bohçalara sarılıp, sandıklarda saklanacak kadar özel ve nadide bir duygu bana göre.
Yazdıklarına bakılırsa, ya karşılıklı olmuyor bu duygu ya da çok uzun sürmüyor. Bazen aşkın ömrü bazen maşukun/ aşıkın ömrü yetmiyor. Yine de hafızada, hatıralarda bıraktığı o tat , yaşanmaya değer dedirtiyor .
Aşk , yaşanmayı da saklanıp korunmayı da hakediyor ..
kesinlikle telvem:))
Silkesinlikle telvem:))
SilBu yazıdaki hayatlar roman olmalı. Muazzam
YanıtlaSilvalla çok zor ve yorucu hayatlar taşıması zor, roman içinde güzel durabilir haklısınız
SilBu konuda bir doğru yok fikrimce. Yanı aşk mı mantık mı gibi bir secim var ve doğrusu yok seçimlerin sonuçları var sadece. Yazın çok güzel olmuş bence roman yazmalısın bu konuda . Seve seve okurum ben
YanıtlaSilzaten doğru yanlış değil biraz da hatta tamamen nasip bir rol biçilmiş zaman verilmiş oynuyoruz kademizdekileri .
Silşimdi başka bir roman yazıyorum ama bunu da sıraya alayım o zaman:)) babaannem öldükten sonra bile ilgi çekmeyi başaran bir kadın vesselam:))
Leyla ile Mecnun dizisinde bir replik vardı, aklıma o geldi: "Aşk gönül yanılması değildir. Tersine aşk, gönlün yanmasıdır."
YanıtlaSil...Çok güzeldi...bitmesin istedim yazdiklariniz...guzellestirilmis bir hayat gördüm sizde...ruhu güzel duygusu güzel ve sizin ona kattığınız aşk güzel...
YanıtlaSilsevgili zeynep:)çok teşekkür ederim yorum için bu aralar kitap için yoğunlaştığımdan buralara uğrayamadım o nedenle geç gördüm yazdığınızı:) umarım zevkle okuyacağınız kitaplar gelecek :)
Sil